29 Mart 2008 Cumartesi

Mehmet Akif Ersoy, 1873 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Mehmet Tahir Efendi, annesi Emine Şerife Hanım’dır. Asıl adı “Ragıyf” olan Akif’i, babasından başka herkes “Akif” diye çağırıyordu. Şair, ilk tahsiline “Emir Buharî” mahalle mektebinde başladı. Daha sonra iptidaîye devam etti. Rüşdiye’yi bitirince, “Mülkî Baytar Mektebi”ne gitti. Son okulu 1893 yılında bitirdi. Bu tarihten sonra Rumeli, Anadolu ve Arabistan’da veteriner olarak dolaştı. 1913’te memuriyetten ayrıldı. Çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı. İsmet Hanım’la evlendi. Akif, şiir dilinin inceliklerini ondan öğrendiğini itirafla, karısı için: “İstanbul şivesi hakkında benim kaamusum” derdi.
Yer yer bir sevgiliye benzettiği vatanı, dört bir yandan istilaya uğrayınca:

“Fakat sen öyle değilsin: Senin yanar ciğerin:
“Vatan!” deyip öleceksin semâda olsa yerin.
Nasıl tahammül eder hür olan esaretine?
Kör olsun, ağlamayan, ey vatan, felâketine!”
(Fatih Kürsüsünde, s. 282)

diyerek, İstiklâl Savaşı’na katıldı. Sakarya Savaşı’nın buhranlı anlarında, her ihtimale karşı Ankara’dan hicret başladığı zaman, Sakarya’nın düşmana mezar olacağını düşündü ve Ankara’dan ayrılmadı. Necip milletine “İstiklâl Marşı”nı hediye etti.

1926 yılında Mısır’a gitti. Orada, Mısır Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkçe Müderrisliği’nde bulundu. Daha sonra siroza yakalandı. İstanbul’a döndü. 27 Aralık 1936 pazar günü akşamı öldü. Ertesi günü, Türk gençliğinin elleri üzerinde Edirnekapı’daki şehitliğe defnedildi.

GİRİŞ
İlk eseri, Mektep Mecmuası’nın 26. sayısında neşredilen “Kur’ana Hitab” adlı manzumesidir (1895). Daha sonra Resimli Gazete’de ahlâkî, dinî ve hikemî konuları işleyen şiirler yazdıysa da, bunların hiçbirini “SAFAHAT”a almadı. 1897’den sonra 1908 Meşrutiyeti’ne kadar, şiir yazdıysa da, bunları yayınlamadı.
Akif’in Safahat’ı, Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hâtıralar, Âsım ve Gölgeler adlarıyla çeşitli yerlerde, çeşitli defalar basılmış, yedi kitabın birleştirilmesiyle meydana getirilmiş ilk ve tek kitabıdır.
Safahat’ın sözlük anlamı: “Safhalar, devreler” demektir. Kitaba adını veren ilk bölümde; şairin, yaşadığı çevredeki hayatını görüyoruz. Daha ziyade manzum hikâyelerin yer aldığı bu bölüm, Akif’in ev, sokak, mahalle karşısındaki gözlemlerinin realist mısralarda aksi gibidir. Bu şiirlerde bazen Allah’a sitem etmiş, bazen Allah’tan dinsizler için bile mağfiret dilemiştir. Burada Akif, maziyi sevmez. Onu dehşetli bir dikene, istikbâli de mübarek bir toprağa benzetir.
Süleymaniye Kürsüsünde, Türk bayrağı altında kurulacak İslâm birliğini ifade eden Akif, cami kürsüsüne, yaşanan hayatı, aydınları meşgul eden memleket ve dünya meselelerini sokmuştur. Bu, şiirimizde bir yeniliktir.
Hakkın Sesleri, âyet ve hadislerin manzum yorumlarına dayandırılmıştır. Burada Akif, halkı iyimserliğe çağırır, Balkan bozgununun sebeplerini ele alır.
Fatih Kürsüsünde, marifet ve fazilet konularına açıklık getirir.
Hâtıralar’da Akif şiirini, Berlin, Mısır ve Necit’e yaptığı seyehatlere dayandırarak, Batı medeniyetinin hangi ölçülere göre değerlendirilmesi gerektiğini anlatıyor.
Âsım, Akif’in şâhâseridir. Şair, onun vasıtasıyla Türk gençliğine seslenmektedir.
Gölgeler’de ise, kurtuluşu müjdeleyen mısraıların yanında, karamsar ve bezgin manzumeleri de görüyoruz. Bu bölümdeki şiirler, dinilirik karakterdedir.

Daima ölçülü olan, hiçbir konuda aşırıya kaçmayan, fikirlerindeki yanlışları görünce, geri dönmesini bilen bu imân ve fikir adamının başlıca arkadaşları arasında, sırasıyla; Abbas Halim Paşa, Dr. Adnan Adıvar, Babanzade Ahmet Naim, Ali Ekrem Bolayır, Ali Emirî, Ali Şefki Efendi, Recaizade Ekrem, Fuat Şemsi, Elmalı Hamdi Efendi, İbnülemin Mahmut Kemal Bey, Hüseyin Kâzım, İbrahim Bey, İsmail Hakkı İzmirli, Mithat Cemal, Prof. Fatin Gökmen, Eşref Edib, Mahir İz, Hasan Basri Çantay, Süleyman Nazif, Neyzen Tevfik, Ömer Lütfi Bey ve Ömer Rıza Doğrul gibi, yaşadıkları devre damgasını vuranlar vardır.

FİKİR HAREKETLERİ
1908 Meşrutiyeti’nden sonra, memleketin kurtuluşu ve milletin selameti için düşünen, eli kalem tutan aydınlarımız, çeşitli düşüncelerini basın vasıtasıyla, karınca kaderince, etraflarına yaymaya, kitlelere ulaştırmaya çalıştılar.
Bu hareketin içinde, Mehmet Akif’i de görüyoruz.
O yıllar, ülkemizde vatan sevgisinin yeni ıstıraplarla; hürriyet aşkının da derin özleyişlerle yaşandığı yıllardır.
Devletin içten kundaklanması, dışarıdan saldırıya uğraması, Rumeli’nin elden gider olması, Arapların, kendilerine hazırlanan tuzaklardan habersiz, Batılıların kucağına düşmesi, yıkılışı hızlandırmıştı.
Servetifünucu’lardan Fikret, Batı’dan gelen fikirlerin etkisinde kalmış, A’dan Z’ye, Avrupa’da ne varsa, almak gerekir düşüncesine kapılmıştır. Bunun karşısında yer alan ve İslâmi Türk Milliyetçiliği fikrine bağlanan Akif, Kur’anı asrın idrakine göre söyleterek, İslâma sımsıkı sarılma zamanın geldiğini, Avrupa’dan bize ne lazımsa onu almak gerektiğini ileri sürmüştür. Ziya Gökalp ve arkadaşları da, Türk Birliği, Türk Milleyetçiliği fikrini kendilerine bayrak edinmişlerdir.
Böylece, etkilerini hâlâ günümüzde de yer yer gösteren, “Avrupalılaşmak, İslâmlaşmak, Türkleşmek” gi-bi, üçlü bir fikir hareketi doğmuştur.
Aslında gayet sakin bir mizacın sahibi olan Akif, bütün kuvvetini ve ilhamını imanından alarak, hayatını sanatıyla birleştirmiştir. Yetişme tarzı itibariyle doğu ve batıyı orijinal kaynaklarından tanımış, anadili gibi bildiği Arapça, Farsça ve Fransızca sayesinde, dünya edebiyatının ünlüleri arasında yer alan Hâfız, Sâdî, Lamartine, Chateaubrian, Hugo, Anatol Frans, Renan, Alfonse Daudet’i tanımış, sevmiştir.
Bunlar, onun ufuklarını açmış, Akif’i, Muallim Nâci etkisinden de kurtarmıştır. Çok iyi bildiği Kur’an, çocukluğunda aldığı aile terbiyesi ve yaşadığı, gezip gördüğü çevreler, Akif’in düşünce yanını etkilemiş, onun İslâmi bir karakter örneği olmasını sağlamıştır.
O, gerçekçidir. Zulme karşıdır. Hürriyetin kölesidir. Bu tutumunda: “Emrolunduğu gibi doğru olunuz!” âyet-i kerimesiyle, Hz. Muhammed’in: “Haksızlıklar karşı-sında susan dilsiz şeytandır!” ikâzının etkilerini görüyoruz.

“Hayır! Hayâl ile yoktur benim alış verişim
İnan ki her ne demişsem görüp te söylemişim
Şudur cihanda benim en sevdiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!”

mısraıları, kendi ağzından, Akif’in özetinden başka nedir? Ya şu mısralar, ne kadar engin ve hür bir şahsiyetin sahibinin portresini çiziyor, değil mi?

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.

Yukarıda, kısaca özetlediğimiz üç fikir, daha sonraları, “Muasırlaşmak, İslâmlaşmak, Türkleşmek” olarak idealize edilecek ve bugünkü modern Türkiye’nin doğuşunu hazırlayacaktır.

ŞİİRİ
Mithat Cemal Kuntay; “Akif, nazmın mermertıraşıdır” der. Bu hükmünde, yerden göğe kadar haklıdır. Lâkin Akif, bu vadide çok mütevazidir. Safahat’ın ilk şiirinde, kendi şiir anlayışını şöylece özetlediğini görmekteyiz.

Bana sor sevgili kaari, sana ben söyliyeyim,
Ne hüviyette şu karşında duran eş’ârım;
Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Şiir için “göz yaşı” derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün asârım.
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizârım!
Oku, şayed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa.

Bu şiiri biraz açmak, nazmın mermertıraşının şiir anlayışını ortaya koymak istiyorum. O’na göre, şiiri hakkında, başkaları tarafından söylenenler veya söylenecek olanlar, lâftan ibaret kalacaktır. Kendi ifadesiyle, onun şiirleri; bir yığın sözden, yapmacıksız söylemekten, aczinin gözyaşından, hissedip söyleyemediklerinden başka nedir? Çünkü o, sanat bilmez, sanatkâr değildir. Onun şiiri, bir hisli yüreğin iniltileridir. Nedense bu iniltileri de, dilsiz kalbi yüzünden, hissettiği gibi ifade edememiştir. Bu yüzden de, kalbinden şikâyetçidir.
O, “Sanat, sanat içindir!” diyenlerin aksine, kalemini, milletinin emrine vermiştir. Her ne kadar önceleri, Muallim Nâci’nin ve Hâmid’in etkisinde kaldıysa da, sonraları kendi şahsiyetini bulmuş, milletimizin ıstıraplarının tercümanı olmuştur.
O, öyle bir tercümandır ki, içinde yaşadığı çağın tenkidini yaparken, milletinin hislerini anlatırken, çevresinde gördüğü bozuklukları, çarpıklıkları işaret ederken, kâh çok acı, kâh mizahi bir dil kullanırken, Müslüman Türk’ün ahlâk ve faziletinin nasıl olması gerektiğini belirtirken, kurtuluşa çareler gösterirken, sosyal bir yaraya parmak basarken, Türk milletinin, hatta Türk ırkının heyecanlarını ifade ederken, şehitlerimize yakışır şiir abideleri dikerken, ele aldığı konu, tem’a ile, kullanacağı nazım şeklini seçmiş, gerekirse manzum hikâye tarzını denemiş, gönlünün, aklının, imânının ilhâmlarını, milletinin ortak vicdanının sesini dile getirmiştir.
Hemen bütün şiirlerinde aruz veznini kullanmıştır. Hatta bu vezni; “Türk aruzu” haline getirmiştir. Burada, aklınıza, millî şairlerimizin en başında yer alan Akif’in, niçin kendi millî veznimiz olan “hece”yi kullanmadığı sorusu gelebilir. Bu konuda Akif’in bir kusuru, günahı yoktur. O da, bazı çevrelere kendini kabul ettirebilmek ve daha önemlisi, bir fikir adamı olarak; “İslâm Birliği” düşüncesine önderlik ettiğinden olmalı, ortak değerlerde bütünleşmek, onları yaşatmak anlayışına bağlanmıştır.
Fakat, hemen bütün şiirlerinde aruzu kırıp, bükmüş, onu hissedilmez bir hale getirmiştir. Anadili Türkçe’yi bütün incelikleriyle, bütün hassasiyetiyle bildiği için, hemen hiçbir mısraında, aruzun tumturaklı sesini göremezsiniz. İşte Akif, bu iki hususiyetinden dolayı, gerçekten Türk nazmının mermertıraşıdır.

Şu örneklere bakınız:

“Ayran daha midesinde kaynar,
Kalkar da teres bilârdo oynar.”

“- Dokuz kuruş bu hasır, siz sekiz verin haydi…
Pazarlık etmiyelim bir kuruş için şimdi!”
“- Şu karşımızda duran kubbe galiba türbe…
- Ayol! Namaz geçiyor… Amma dalmışız lâfa be!
Bırak da türbeyi sen şimdicik biraz çabuk ol!
- Canım neden koşalım? Var ya vaktimiz bol bol…
Yetişmemiş bile olsak, kazası mümkündür!
- Hayır, yetişmeli, madem edası mümkündür.
- Demek sıvanmalı abdeste… Bari bir çeşme
Olaydı…
- Çeşme mi? Al işte!
- Dur fakat gitme!
- Senin uzun sürecek, anladım ki, abdestin;
Fotin çıkarması, bilmem ne… Çünkü yok mestin.
Bırak da ben gideyim, sonradan gelirsin sen…
Gecikme ha!
- Gelirim… Görmek isterim zaten.”

SONSÖZ
Kısaca Akif, son devir Türk şiirinin ve fikir hayatının tacidârları arasında yerini almıştır. O, batının ilerleyişi, doğunun geri kalışı karşısında, yalnız Müslüman Türk’ün değil, bütün İslâm milletlerinin uyanışını arzulamıştır. Yıkılış günlerinin kahrını yaşamış, istikbâle ve istiklâle olan inancını asla kaybetmemiştir. Baştan başa destan olan tarihimizin, iki küçük fakat manaca büyük kesitlerini, büyük bir maharetle destanlaştırabilme başarısına erişmiştir.
Bu, az şey midir?
Bu duygular içinde, ölümünün 50. yılında, onu biraz olsun, anlatabildimse, bahtiyarım.

Oyhan Hasan BILDIRKİ
Kaynak:
Millî Şair Mehmet Akif Ersoy Ölümünün 50. Yılında… s. 22 - 28 / Aydın 1986

Hiç yorum yok: