29 Mart 2008 Cumartesi

aang1airNation: Air Nomads Powers: Avatar
Age: 12
Hair: None Eyes: Gray
First Appeared: Episode 1 The Boy in the Iceberg
Roll: Aang is the Avatar who one day finds himself freed from an iceberg by Katara and Sokka and he learns that a war has continued for 100 years while he was gone. He is a fun, crazy, powerful airbender who must also master the rest of the elements by the end of the summer to stop the Fire Nation from winning the war so that peace can be restored to the World.
Voiced by: Mitchel Musso and Zach Tyler Eisen
Personality
: Aang is a care-free, fun loving kid who is still quite immature and naive. He is very sensitive though and his only ugly side can be shown when his friends are endangered to may leave him. He has a very big heart and often tries to understand people's situations instead of fighting. He is very adventurous with a love to travel about but because of this he often finds himself side tracked.
aang1Past: Aang grew up in the Southern Air Temple but he often left to explore the rest of the world and meet such friends as Bumi and Kuzon. While at the temple though he was very close to a monk named Gyatso who was both his mentor and his friend. Aang had always been natural at airbending and at a young age he received the blue arrow on his head which represented his mastering of the art. Even though he was extremely skilled, he was taught by Gyatso that airbending can also be used for fun and games. Because of Gyatso's teachings Aang grew up to be a very creative and free spirited twelve-year-old who was always coming up with new ways to use his airbending for the sake of fun.
Even though Gyatso strongly was against it, Aang was told at this age that he was the incarnation of the Avatar and it was his duty to keep balance in the world. This was a very hard thing for Aang to handle at such a young age but Gyatso comforted him and continued to push the elders to allow Aang a simple childhood.
aang2Once the other airbending children of the temple learned that Aang was the avatar though they started to treat him differently and refused to let Aang play the games that even he had created because it would be unfair for whatever team we was not on. Gyatso became his only friend but that too was taken away from him. The elders decided that Aang needed to grow up for the purpose of saving the world and his childhood had to be compromised. In order for him to live a life free of distraction, the Monks decided to separate Aang and Gyatso by sending him to the Eastern Air Temple for the rest if his training. Aang was confused and upset and the only thing he could think of was to run away from home with is animal guide, Appa.
The night Aang left though was a terrible storm and he and Appa were through into the sea. Aang's Avatar state was awakened at that moment and he trapped himself in an ice sphere in order to save their lives.
Present: After 100 years Aang awoke from the ice and found Katara and Sokka in the North Pole. Aang then decided to leave with them to the North Pole in order for him and Katara to learn waterbending. Once Katara had mastered it they left to find an earthbending teacher, Toph, and Katara continued to train Aang in the arts of waterbending

kaynak: http://avatarizle.blogspot.com/

n a lost age, the world is divided into four nations: the Water Tribes, the Earth Kingdom, the Fire Nation, and the Air Nomads. Within each nation, there is a remarkable order of men and women called the "benders" who can learn to harness their inborn talent and manipulate their native element. Bending is a powerful form combining martial art and elemental magic. In each generation, only one

MÜSLÜMAN BİLİM ADAMLARINDAN BAZILARI

1) İbnü'n-Nefis
2) Sabit bin Kurra
3) İbn-i Sina
4) el-Kindi

5) Ebu'l Kasım Zehravi
6) Muhammed Ebu Bekir Zekeriya Razi
7) Ali Kuşçu
8) Battani

Yüzyıllar önce Semerkant, Bağdat ve İstanbul'dan Latinceye veya Fransızcaya çevirilen kitaplar ve buluşlar ilk bulan alimler göz ardı edilerek Avrupalı bilim adamları tarafından nasıl sahip çıkıldı?
Dekart, Galile, Kopemik, Newton, Lavoisier, Kepler, Wright Kardeşler, Toriçelli, Kristof Kolomb, Vasco de Gama...


İçinizde bunları tanımayan var mı? İlkokuldan başlayarak tanımaya başladığımız bu yabancı bilim adamları tarih kitaplarına bakarsanız, birçok önemli buluşun "ilk" sahibi. Yüzyıllar önce Semerkant, Bağdat ve İstanbul'dan Latinceye veya Fransızcaya çevirilen bir çok kitaplar ilk bulan alimler göz ardı edilerek Avrupalı bilim adamları tarafından sahip çıkıldı. Günümüzde batılı bilim adamları bunları yer yer itiraf etmektedirler.




Mesela "Newton'dan yerçekimini "ilk bulan" kişi diye bahsederiz. Oysa yerçekimini ilk keşfeden, bilim adamı, pek tanımadığımız bir müslüman: Razi'dir

Şimdi gelin, Batı kaynaklı önyargıları bir kenara bırakalım ve bilimsel birçok buluşu "ilk" yapan İslam bilginlerini tanıyalım.(Aşağıda isimleri geçen alimlerin yaşadıkları zamanları göz önüne alırsak son bir kaç yüzyılda ilim adına millet olarak hemen hemen hiç bir şey yapamadığımızı görüyoruz. Günümüzde üniversitelerimiz dünyada ilk 1000 e bile girmekte zorlanıyor ne yazık ki...)

Şu isimleri bilirsiniz : Dekart, Galile, Kopemik, Newton, Lavoisier, Kepler, Wright Kardeşler, Toriçelli, Kristof Kolomb, Vasco de Gama …Peki bu üstteki adamlara ait olduğu sanılan (bize öyle öğretilen) buluşları çok daha önce yapan şu kişileri kaçınız tanır :

MÜSLÜMAN BİLİM ADAMLARI ve BAZI BULUŞLARI

( Düzenlemeler : Ahmet Ünal ÇAM http://huzur.sehri.com )

01 – Akşemseddin: Pasteur ’dan 400 sene önce mikrobu bulmuştur

02 – Ali Kuşçu: Büyük astronomi bilgini. İlk defa ayın şekillerini anlatan kitabı yazmıştır.

03 – Ebul-Vefa: Trigonometri’de tanjant,cotanjant,sekant,kosekant ’ı bulan büyük alimdir

04 – Biruni: İlk defa dünyanın döndüğünü ispat etmiştir.

05 – Ebu Kamil Şü’ca: Avrupaya matematiği öğretmiştir.

06 – Ebu Ma’şer: Med-Cezir (Gel-Git) olayını ilk o bulmuştur.

07 – Battani: Dünyanın en büyük kaşifidir. Trigonometrinin kaşifidir

08 – Cabir Bin Hayyan: Atom bombası fikrinin babası ve kimya biliminin atası büyük alim

09 – Cezeri: 8 asır önce otomatik sistemin kurucusu ve bilgisayarın babasıdır

10 – Demiri: Avrupalılardan 400 sene önce zooloji ansiklopedisini yazmıştır.

11 – Farabi: Ses olayını ilk defa fiziki yönden açıklamıştır.Sesin fiziki izahını ilk defa o yapmıştır

12 – Gıyasüddin Cemşid: Matematikte ondalık kesir sistemini ilk o bulmuştur.

13 – İbn Cessar: Cüzzamın sebebini ve tedavisini 900 sene önce açıklamıştır

14 – İbn Hatip: Vebanın bulaşıcı bir hastalık olduğunu ilmi yoldan açıklamıştır

15 – İbn Firnas: Wright kardeşlerden bin sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştirdi.

16 – İbn Karaka: 900 sene önce harika bir torna tezgahı yapmıştır

17 – İbni türk: Cebirin temelini atan bilginlerdendir

18 – İdrisi: Yedi asır önce bugünkü ne çok benzeyen dünya haritası çizmiştir

19 – İbni Sina: Eserleri Avrupa üniversitesinde 600 sene ders kitabı olarak okutmuştur. Tıbbın babasıdır. AVRUPA ya göre adı AVICENNA’dır.

20 – Kadızade Rumi: yaşadığı asrın en büyük matematik ve astronomi bilginidir. Fizik kurallarını astronomiye uyarlamıştır

21 – Kambur Vesim: verem mikrobunu R.Koch’tan 150 sene önce keşfetmiştir

22 – İbnünnefis: avrupalılardan üç asır önce küçük kan dolaşımını keşfetmiştir

23 – Piri Reis: 400 sene önce bugünküne en yakın dünya haritasını çizmiştir.

24 – Ömer hayyam: Cebiri oluşturandır. İlk defa o bulmuştur

25 – İlk kağıt fabrikasını kuran alim İbni Fazıl

26 – İlk kağıt fabrikasını kuran alim İbni Fazıl

27 – Kızamık ve çiçek hastalığını keşfeden; alim Razi

28 – Mikrobu ilk tanımlayan alim Akşemseddin

29 – Cüzzamı bulan alim ... İbni Cessar

30 – Vebanın bulaşıcı olduğunu bulan alim İbni Hatip

31 – Verem mikrobunu bulan alim Kambur Vesîm

32 – Retina tabakasını bulan alim İbni • Rüşd

33 – İ lk göz ameliyatını yapan alim Ammar

34 – İ lk kanser ameliyatını yapan alim Ali bin Abbas

35 – Küçük kan dolaşımını bulan alim İbnünnefis

36 – İ lk Tabipler odası başkanı Ali bin Rıdvan

37 – Sıfırı ilk kullanan alim Harizmi

38 – Trigonometriyi ilk bulan alim Battani

39 – Tanjant, kotanjant ve kosekantı ilk kullanan alim Ebul Vefa

40 – Trigonometri kitabını yazan alim Nasiruddin Tusi

41 – İlk trigonometrik dönüşüm formülünü bulan alim İbni Yunus

42 – Binom formülünü ilk bulan alim Ömer Hayyam

43 – İlk difransiyel kitabını yazan alim. Sabit bin Kurra

44 –Ondalık kesiri ilk bulan alim Gıyaseddin Cemşid

45 –İlk usturlabı yapan alim Zerkali

46 –Dünyanın döndüğünü keşfeden ilk alim Biruni

47 –Dünyanın çevresini ilk ölçen alim Musa kardeşler

48 –Güneşin yüzündeki lekeleri ilk bulan alim Fergani

49 –Yıldızların yer ve açıklıklarını ölçen ve ilk cetveli geliştiren alim Cabir bin Eflah

50 –İlk otomatik kontrol sistemleri tasarlayan alim Ahmet bin Musa

51 –Sibernetiği ilk kuran alim. İsmail-El Gezeri

52 –İlk optik temellerini koyan alim İbni Heysem

53 –Sesin fiziki açıklamasını ilk yapan alim Farabi

54 –İlk torna tezgahını yapan alim İbni Karara

55 –Kanatlarla uçan ilk alim Hazerfen Ahmed Çelebi

56 –İlk uçağı yapan alim Ebu Firnas

57 –Yer çekimini ilk bulan alim Razi

58 –Sarkaçlı saati ilk yapan alim İbni Yunus

59 –Maddelerin özgül ağırlığını ilk hesaplayan alim Hazini

60 –Atomun parçalanabileceğim ilk bulan alim Cabir bin Hayyan

61 –Gök kuşağını ilk açıklayan alim Kutbettin Şirazi

62 –İlk kimya laboratuarını kuran alim. Cabir

63 –Saf alkolü ilk elde eden alim Razi

64 –Fosforu ilk bulan alim Beşir

65 –Havan topunu ilk bulan alim Fatih Sultan Mehmed

66 –İlk kıta seyahatnamesini yazan alim İbni Battuta

67 –İlk dünya haritasını çizen alim Mürsiyeli İbrahim

68 –İlk ecza kitabını yazan alim İbni Baytar

İSMAİL EBUL-İZ EL CEZERİ

M. 1153 - 1233 (548 - 630)

Cizreli büyük Kürd mucit, bilgisayarların ve kumputürün temellerini atan alim, fen ve teknik adamı, robot, saatlar, su makinaları, şifreli kilitler, şifreli kasalar, termos,otomatik çocuk oyuncakları gibi 60 makine mucidi ve dünyanın ilk sibernitik bilginidir.

Ebul-İz, Cizre Tor (Dağkapı) Mahallesinde 1153 yılında doğdu. Botan aşiretindendir. Adı İsmail olup babasının adı Rezzaz’dır. Lakabı ise, şeref, onur babası anlamında Ebul-İz’dir. Cizre’li olduğu için kendisine El- Cezeri olarak adlandırılır. Dünyada eşsiz bir mucit olduğundan, kendisine “Zamanın güzeli” anlamında “Bediuzzaman” denilmiştir.

Kitaplarda tanındığı adı İSMAİL EBUL-İZ BİN RAZZAZ EL-CEZERİ olarak adı geçer. Batı dünyası onu Cezeri (Cazari-Gazari) olarak tanır. Meşhur olduğu en büyük ve değerli eseri, şüphesiz bütün icad ve tekniği topladığı kitabıdır. Kitabının adı :” EL CAMİU BEYN EL İLİM VEL AMEL-EN NAFİ’ FİS SANAAT İL HİYEL” adlı arapça olarak yazmış olduğu eseridir. Kitabın Türkçe anlamı da şöyledir: “İlim ve tekniğin birleşmesiyle, hayal san’atının toplamı” diyebiliriz. Akıllara durgunluk veren ve insanları hayrette bırakan bir serdir. Kitaptaki yazı, şekil ve resimler kendisi tarafından yapılmıştır.

Sibernitik, bilindiği üzere; insanlarda, hayvanlarda ve makinalarda, karşılıklı haberleşme, kontrol, denge kurma ve yöneltme bilimidir. Ebuliz, Sibernitikteki Denge Durumu ya da, Elektronikteki Ayarlama Sistemleri’ne el atmış ve başarı ile uygulamıştır. Çok çeşitli makinalar yapmış ve her bir makinesinde ayrı bir Denge durumunu kurmuştur. Bazı şekillerinde Hidro-mekanik tesirler ele alınmasına rağmen, bir diğer şekilde Hidro-Mekanik Güçten yararlanarak, şamandıra ve palangalar arasında “Karşılıklı etkide bulunma” gibi ilginç düzenler, otomatik sistemler kurmuştur.[1] Sonuç olarak Ebuliz İsmail bin Rezzaz El-Cezeri, Otomatik Kontrol Biliminin en zirvesinde dünyanın kabul ettiği alim, deha ve erişilmez bir Kürt mucididir.

Ebul-iz İsmail bin Rezzaz El-Cezeri, Cizre Zengi hakimi Kutbeddin Mevdut Bin İmadeddin Zengi (h.553-565-m.1162-1170) döneminde Mevdud’a Cizre yöneyimi için vekalet eden (1162-1170) İbni Ğazi Ebul Kasım Mahmıd Sencerşah döneminde, Cizre Ulucami kapısı ile kapı tokmakları olan ejderleri yapmıştır. Ebul Kasım Mahmıd Sencerşah’ın ölümünden sonra yerine geçen Seyfeddin Gazi b. Kutbeddin Zengi’nin işi gücü savaş olan birisiydi. Ebul-İz’den aşırı vergi almakta idi. Bu yüzden Seyfettin Gazi b. Kutbeddin Mevdud b. Zengi döneminde (sal.1170-1181) hicri 570 miladi 1174 yılında İsmail Ebul-İz El-Cezeri Cizre’yi terk etti.[2]

İsmail Ebul-İz El-Cezeri Cizre’den Diyarbakır’a göç ederek, 25 yıl başsanatkar olarak Diyarbakırda Artuklu Sarayında kaldı..[3] İsmail Ebul’iz Diyarbakır Artuk Sultanı Kara Aslan’ın (Saltanatı: h. 540-570 ve m. 1144-1174 ) torunu ve Diyarbakır Hükümdarı Ebul Feth Nasıruddin Mahmud (Saltanatı: H. 597-619 ve M. 1200-1222) için bu eseri yazdığını bildirmektedir. Esas eserini Diyarbakır’da 1205 yılında yazmıştır.

Diyarbakır Artuklu Sultanına yazılmış olan bu eseri, Hasankeyf Artuklu Sultanı Hasankeyf’li (Eskif’li) bir imama 1206 yılında Ebul-İz’in kitabının kopyası yazdırılmıştır. Bu yüzden Hasankef’lilerden bazıları Ebul-İz’i kendilerine mal etme çabasına ve yanılgısına girerler. Halbuki Ebul-İz’in veya Cezeri’nin Hasankeyfle yakından uzaktan hiç bir ilgisi yoktur. Hasankeyfli olsaydı, ona Eskifi veya Hasankeyfi derlerdi.

Aynı zamanda Ebul-İz’in Diyarbakır’la da hiçbir ilgisi yoktur. O dönemde Zengi yönetiminde olan Cizre’den vergiler ve savaşlar için Diyarbakır’a 1174 yılında göç etmiştir. Artuk sultanı Kara Aslan ve torunu ve Ebul feth Nasıruddin Mahmud’a (Sal: 1200-1222) 25 yıl hizmet yaptıktan sonra, vatan hasreti ve Cizre’deki kardeşi Hasan Ali Ebul-İz için Cizre’ye kendi arzusu ile dönmüş ve Cizre’de ölmüştür. Dünyaca ünlü bu iki kardeş İsmail Ebul-İz El-Cezeri ve Hasan Ali Ebul-İz El-Cezeri, Cizre mezarlığına layık görülmeyerek Nuh Peygamber (as) Camii avlusuna gömülerek üzerlerine kubbe yapmışlardır.Her iki kardeşin türbesi Cizre’dedir. El-Cezer’nin Diyarbakır’la hiçbir ilgisi yoktur. Diyarbakır’lı olsaydı “Amedi” “El-Amedi” veya “Diyarbekri” denilirdi. Diyarbakır Ulu Camii avlusundaki taş saatı da rahmetli Ebul-İz yapmıştır.

Eserinin Türkiye’de 5 kopyası olmak üzere, tüm dünyada 16 kopyası bulunmaktadır. Türkiye’de, Topkapı Saray Müzesinde 4 adet, 1 adedi de Süleymaniye Kütüphanesi’ndedır. Dünyada 1 tanesi Bağdat Cahıs Kütüphanesi’nde, 1 tanesi Dublin Chesterbeatly Kütüphanesi’nde, 2 adedi de Oxford Bodleian Kütüphanesi’nde, iki adedi Leiden Universite Kütüphanesi’nde, üç tanesi de Paris Bibliotheque National’de ve Amerika Birleşik Devletleri’nin çeşitli müze ve kolleksiyonlarında farklı yazmalardan koparılmış, minyatürlü sayfalar bulunmaktadır.[4]

İstanbul Ayasofya’da bulunan El Cezeri’nin el yazma kopyası bir eserinin 66 sayfası alınmıştır. Ortaçağda tüm avrupa cehalet bataklığında iken, müsülüman alimlerimiz ve Ebul - İz ilmin en zirvelerine çıkmışlardı.

İstanbul Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi’ndeki eserinin kopyası 1206 tarihlidir. III. Ahmet Kütüphanesinde bulunan bu el yazması eserin kayıt numarası 3472 dir. Mevdut El Cezeri’nin yazmalarının en eskisi olan bu nüsha, kayıp orjinal eserin bir ikinci el kopyasıdır. Aynı Kütüphanede, 3606 kayıtlı başka bir el y azması ise 1354 tarihlidir.[5] Eser, Yavuz Sultan Selim tarafından da Türkçe’ye çevrilmiştir.[6] Ayrıca İngilizce, Almanca ve Fransızca’ya tercüme edilmiştir.

Ebul-İz El- Cezeri, “El Cami’ Beyne’l-İlm ve’l AmelEn Nafi’ Fi-Sınnatil-Hiyel” adlı eserinde önsözden başka 50 adet şekil, 55 adet çok ilginç buluş ve 15 farklı düzen yer almaktadır. Eser 6 bölümden meydana gelmiştir:

1. Bölüm; Su Saatleri: Bunlar Binkam (Pingan) denilen su saatleridır. Finkan denilen bir de kandilli su saatleri olup, saatımüsteviye ve saatı zamaniye olarak nasıl yapılacağı hakkında 10 şekille belirtmiştir.

Saatı Zamaniye: Uzunluğu ne olursa olsun, gece ve gündüzü 12’ye bölmek suretiyle hesaplanan zaman süresi ve bu süreyi gösteren saatler olup, saat süresi devamlı değişmektedir.)

Saatı Müsteviye: Bugün anladığımız manada, günü 24é bölmek suretiyle elde edilen zaman süresi ve bu süreyi gösteren saatlere denir.)

2. Bölüm: Şarap meclislerinde kullanılan otomatik kaplar ve oyunlar. (Şarap: Arapçada içilecek her şeye denilir. Buradaki anlamı içki değildir.) Yani sofralarda kullanılan otomatik kap ve sürahilerle ilgili düzenlerdir.

3. Bölüm: Hacamat (Kan aldırma ve kan toplama) ve ibrikdarlık yapan düzenler.

4. Bölüm: Fiskıyeler, havuzlar ve müzik otomatları hakkında.

5. Bölüm: Kuyu ya da Akarsulardan su çıkaran tulumbalar ve kaldırma düzenleri 5 şekil.

6. Bölüm: Birbirleriyle lişiksi olmayan düzenler. 5 şekil. Bunlar çeşitli saray hizmeti gören makinalar, şifreli kilitler kasalar ve oymacılık.

Ebuliz el Cezeri, büyük bir fen ve teknikçi olmakla beraber, Mühendis, ressam, sanatkar, hattat ve dünyanın ilk Sibernitik alimi, “Elektronik Beyin” in “Komputer Teknoloji” nin “Otomasyon sistemi” bilimsel gelişmesinin de öncüsüdür.

Donald Hill, Ebuliz’den çevirmiş olduğu kitabın adını “Al - Jazari’s book of İngnious Mechanival Devices” bırakmıştır. Türkçesi “El Cezeri’nin Mekanik Hareketler Mühendisliği Bilgisi”demektir. Ebuliz için Donald Hill’in yazmış olduğu esere dayanarak Nature Dergisi şöyle söylemektedir : “12. YÜZYIL MÜSLÜMAN MÜHENDİSLİĞİNİN DORUĞUNA ERİŞMİŞ BİR KİŞİ.” Bilim ve Ütopya 2002 Ocak sayısı “ROBOTLARIN VE OTOMASYONUN ATASI EBUL-İZ EL CEZERİ” kapağıyla elli bir sayfa ayırmıştır.

Ömrünün son yıllarında kendi şehri olan Cizre’ye dönmüş, Cizre’de vefat etmiştir. Nuh (A.S.) Camii avlusunda kardeşi Hasan Ali Ebul-İz’nde mezarının olduğu kubbesinde gömülmüştür.

Araştırmacı-yazar Abdullah YAŞIN



[1] Bilim ve Teknik Dergisi, Sayfa:110-112-113

[2] İsmail Ebul-İz El-Cezerinin “El Camiu Beyn El İlim Vel Amel-En Nafi’ Fis Sanaat İl Hiyel” eserinin önsöz kısmı

[3] El Camiu beynel ilmi vel amel,en Nafiu fis Sanaatil hıyel.Ebul-İz El-Cezeri

[4] Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı;110-112-113

[5] Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı;110-112-113

[6] Cizre Gazetesi,1966-1967 Mahmut Bilge ve Abdullah Cizre notları

ŞEYH AHMED EL-CEZERİ

(1570-1640)

İslam dünyasının en büyük filozoflarından biridir. Eserleri dünya edebiyat klasikleri arasında yer alan çok meşhur Şair ve Mutasavvufudur. Eserlerini Kürtçe kaleme almıştır. Merhum Ciziri’nin adı Ahmed, tanındığı ismi Mella-i Ciziri, lakabı ise Nişani’dir.

Nişani, birkaç anlama gelir; Nişan, ok veya tüfeğin atılacak hedef yeridir. Buna göre Ş. Ahmed (r.a) ya bela ve musibetlerin hedefi veya aşk nedeniyle bir hedeftir. Nişan, Kürtçe’de vücuttaki benlere de denir. Nişani benli demektir. Ayrıca, Nişani alametli, belli kişi demektir. Kendisi çok güzel yüzlü, yakışıklı ve orta boyluydu. Babası Şeyh Muhammed adında büyük bir alimdir. Kendisi aslen Cizreli olup, Bohtan aşiretindendir. 75 yıl yaşamış olup, hiç evlenmeden bekar olarak Cizre’de vefat etmiş ve Cizre Kırmızı Medrese’de gömülüdür.

Büyük Filozof, Alim, Mutasavvuf ve Şair olan üstad Ş. Ahmed El-Cezeri yazmış olduğu 2000 beyitlik Divanıyla tüm dünyaya kendisini tanıttırmıştır. Büyük bir dahi olan Mella-i Ciziri, kasidelerinde Allah (cc) aşkı, Resulullah (as) sevgisi, Kur’an ve hadis konuları işlemiştir. Tasavvufa çok çok yer vermiş, Fenafillah ve Vahdetivücud gibi konuları güzel bir şekilde işlemiştir. Dili sade olup, istediğini veciz, kısa cümle ve beyitlerle en güzel bir şekilde ifade etmiştir. Mevcut divanının her kasidesi sonsuz edebi ve felsefi bir hazinedir. Şiirde çok büyük bir sanat kullanarak, şiir sonlarını, yani her mısranın sonunu sırayla aynı harflerle belirtmiştir. Yani alfabetik harf sırası kullanmıştır. Bir kasidesi örneğin b harfi ile bitiyorsa, o kasidenin bütün beyitleri b ile biter. Böylece alfabenin bütün harfleri kullanılmıştır. Cezeri, Hiç kimsenin tesirti altında kalmamış olup, yepyeni bir ekoldur.

Cizre’de halk arasında merhum Mellayi Ciziri hakkında binlerce hikaye, menkibe, ciltler dolusu keramet ve rivayetler yaygın olup, divanında bunlar açıkça görülebilir. Cizre’de önce babasından okumuştur. Daha sonra Diyarbakır, İmadiye ve Hakkari’de okumuş, Malatya, istanbul ve Doğu-Anadolu’nun birçok il ve ilçelerini dolaşıp görmüştür. İcazetini Setrabas’ta (Diyarbakır) almıştır. Kürtçe’nin bütün lehçelerinin yanısıra Arapça, Farsça, Türkçe’yi çok mükemmel öğrenmiştir. Irak, İran, Suriye, Ermenistan, Lübnan,Gürcistan ve Avrupa’nın bir çok ülkesinde eserleri okunmakta ve edebiyatta tez olarak alınmaktadır.

Ş. Ahmed El-Cezeri zamanında Cizre müstakil olup, Bohtan Emirleri denilen Cizre Azizan Beyliği elinde bulunuyordu.Şimdiki Cizre Kalesi’nde Mir Seyfeddin tarafından yaptırılan Seyfiyye Medresesi’nde önceleri Şeyh Ahmed El-Cezeri Enderun hocalığını yapmaktaydı. Cizre Emiri II. Mir Şeref ibn Bedreddin ibn İbrahim (Hanşeref) çocukları ve bütün akrabaları bu okulda ders görürlerdi. Cizre sarayında prens ve prenseslere ders verirken, yazmış olduğu kasidelerinde sanki bir kıza hitap edercesine birkaç beyti görülür. Söylentilere göre, Cizre Emiri bunu yanlış yorumlar. Önce Cezeri’yi idama mahkum, daha sonra Diyarbakır’a sürgün ettirir. Diyarbakır’da yedi yıl kaldığı ve bu yedi yıl süre içerisinde Cizre’ye bir damla yağmur yağmadığını halk söylemektedir.

Bir gün Diyarbakır’dan mektubunu bir kamışa koyup ağzını balmumu ile kapattıktan sonra Dicle Nehri’ne atar. Ş. Ahmed el Cezeri, durumunu bu mektupta detaylı bir şekilde açıklamaya çalışır. Bu kamış içindeki mektub, Cizre Kalesi’nin kuzeyindeki Rezimiran (Mirler Bahçesi) denilen bahçenin içindeki havuza girer.Beyin hizmetçileri tarafından görülen mektup sudan çıkarılarak Cizre Beyine götürülür. Mektubun Cizre’ye sağlam varması, beyin havuzuna girmesi, Basra’ya gitmemesi, birer keramettir. Yağmurun Cezeri’nin gelişinden sonra Cizre’de yağması, mektubundaki belgeler ve kasidesindeki haklılığı karşısında çok büyük bir hata yaptığını anlayan Cizre Beyi, derhal güzel bir şekilde onu Cizre’ye davet eder. Şeyh Ahmed el Cezeri, Cizre’nin İdil yolu girişi olan ve Mılamışik denilen yere gelmesi ile yağmurlar başlar. Bu olayla çok fazla ilgilenen bey, onu eski görevine atadığı gibi, değerini daha fazla anlar ve onun büyüklüğünü öğrenmiş olur. Ayrıca vefat edince de onu kendi ailesi mezarlığına gömmüştür.

Resulullah’a olan sevgsini bir çok yolla denemiştir. Bir beytinde yarine şöyle seslenip sitem eder.

“Senden olan bir kılını ikiyüz Zin ve Şirin’e değişmem.

Ne olur, sen de beni Ferhat ve Memi gibi saysan”

Şeyh Ahmed (R.A.) haklı olan büyüklüğünü de şöyle açıklar:

Feyzimiz Nil gibidir, Biz Dicle ve Fırat’ız”

Zamanında bazı şahıslarca anlaşılmaması üzerine de şöyle bir veciz ifade kullanır:

“Kerbeşotu isteyen kara Eşek, güllerin değerini ne bilir?”

Divanında top, peyk gibi bir çok fenni şeylerden bahsettiği gibi, belağat, şiir ve yazma konusunda da Hakan olduğunu haklı olarak belirtince, Şirazi’den çok önde ve meşhur olduğunu da şöyle belirtir:

“Eğer nazımdan saçılmış incileri istersen;

Gel, Mella’nın şiirlerini gör, Şirazi’ye ne hacet!”

Zamanın ünlü alimine de,

“Mella yanında bir kıldır” demekle haklı büyüklüğünü ifade etmiştir.

Vahdeti vücud’a en güzel verdiği örneği de şudur:

“Vahdet sırrı ezelden ebede kadar tutmuştur,

Zatıyla vahittir, tektir, ferttir, onun adedi yoktur.”

Aşk hususunda, manevi olarak en incesine kadar aşkın sırlarını çözebilecek tek kişinin o olduğunu ve bu sırları yüz imam ve yüz akıllı-uyanık kişinin çözemediğini şu beyitle gözler önüne serer:

“Sen Mella’dan hep sor, aşkın esrarını çözer,

Bu muammayı yüz iman ve müsteid bilemez.”

Ölmeden önce Allah’(cc) ın sevgili kulları arasına girip Veli (Erenler) halkasına katıldığını şu beyitle belirtir:

“Bana yüz ayrılık bardağı verdiler, kendimi kaybetmedim,

Visalda bana bir bardak verdiler, mahmur ettiler.”

Divanını Mella Abdulselam Naci Arapçaya tercüme edip yorumlamıştır. Hanizade Mella Abdurrahim YAŞIN (Vestani) 1935 yılında divanının Türkçe çeviri ve yorumunu yapmıştır. Mella Ahmed Zivingi de divanının Arapça yorumunu yapmıştır.

Eserleri:

1- Divan Şeyhul Ciziri,

2- Guften Mella, Guften Emir

3- Guften Mella, Guften Faka

Kendisi Cizre Kırmızı Medrese’de çok seneler profesörlük yapmış yüzlerce alim yetiştirmiştir. Devamlı kalmış olduğu medresesinde vefat ederken Cizre Beyi onu kendi aile mezarlığına almıştır.

Al-Jazari was a 12th Century Muslim Scientist, Engineer and writer.
His book - roughly translated as "The Book of Knowledge (Or Compendium) of Ingenious Mechanical Devices" illustrated many machines and automata. It is known in Arabic as "Al-Jami Bain Al-Ilm Wal-Amal Al-Nafi Fi Sinat'at Al-Hiyal".

His book showed a deep understanding, and is still analysed today by the worlds top engineers.

Prof. Lynn White Jr. writes: "Segmental gears first clearly appear in Al-Jazari, in the West they emerge in Giovanni de Dondi's astronomical clock finished in 1364, and only with the great Sienese engineer Francesco di Giorgio (1501) did they enter the general vocabulary of European machine design".

Equally cranks may have first been documented by this engineer - 300 years before Western Engineers acheived this (Francesco di Giorgio Martini and Leonardo Da Vinci).

Indeed Muslim Heritage cite this man as the Most Outstanding Mechanical Engineer of his time.

His full name was Badi Al-Zaman AbulI-Ezz Ibn Ismail Ibn Al-Razzaz Al-Jazari. He lived in Diyar-Bakir in Turkey.

He served the King as a cheif engineer- as did his father before him.

His book included an automata of an Arab Woman filling and emptying a wash-basin, an ornate elephant-clock and an ingenious double action pump.



British charter engineer Donald Hill (1974) who has a special interest in Arab technology writes:

"It is impossible to over emphasize the importance of Al-Jazari's work in the history of engineering, it provides a wealth of instructions for design, manufacture and assembly of machines."

This man was indeed comparable only to Leonardo Da Vinci.

müslüman bilim adamları

Ahmed Bin Musa : ( 10. yüzyıl ) Sistem mühendisliğinin Öncüsü. Astronom ve Mekanikçi.
Ali Bin Abbas : ( ? - 994 ) 1000 sene önce ilk kanser ameliyatını yapan bilim adamı. Kılcal damar sitemini ilk defa ortaya atan bilim adamıdır. Eski çağın en büyük hekimlerinden olan hipokratesin (Hipokrat) Doğum olayı görüşünü kökünden yıktı.

Ali Bin İsa : ( 11. yüzyıl ) İlk defa göz hastalıkları hakkında eser veren müslüman bilim adamı.
Ali Bin Rıdvan : ( ? - 1067 ) Batıya tedavi metodlarını öğreten islam alimi.
Ali Kuşçu : ( ? - 1474 ) Ünlü Bir türk astronomi ve matematik bilginidir.
Ammar :
( 11 yüzyıl ) İlk katarak ameliyatını kendine has biçimde yapan müslüman bilim adamı.
Battani :
( 858 - 929 ) Dünyanın en meşhur 20 astrononumdan biri trigonometrinin mucidi, sinus ve kosinüs tabirlerini kullanan ilk bilgin.
Beyruni :
( 973 - 1051 ) Dünyanın döndüğünü ilk bulan bilim adamı ümit burnu, amerika ve japonyanın varlığından bahseden ilk bilim adamı. Beyruni amerika kıtasının varlığını kristof colomb'un Keşfinden 500 sene önce bildirmiştir. Matematik, Jeoloji, Coğrafya, Tıp, Felsefe, Fizik, Astronomi gibi dallarda eserler yazmıştır. Çağın En Büyük Alimidir.
Cabir Bin Eflah :
( 12. yüzyıl ) Ortaçağın büyük matematik ve astronom bilginidir . Çubuklu güneş saatini bulan ilk bilim adamıdır.
Cabir Bin Hayyan : ( 721 - 805 ) Atom bombası fikrinin ilk mucidi ve kimyanın babası sayılır. Maddenin en Küçük parçası atomun parçalana bileciğini bundan 1200 sene önce söylemiştir.
Cahiz : ( 776 - 869 ) Zooloji İlminin öncülerindendir. Hayvan gübresinden amonyak elde etmiştir.
Cezeri :
( 1136 - 1206 ) İlk sistem mühendisi ve ilk sibernetikçi ve elektronikçi Bilgisayarın babası; oysa bilgisayarın babası yanlış olarak ingiliz matematikçisi Charles Babbage olarak bilinir..
Ebu Kamil Şuca
: ( ? - 951 ) Avrupaya matematiği öğreten islam bilgini.
Ebu'l Vefa : ( 940 - 998 ) Matematik ve Astronomi bilginidir trigonometriye tanjant, kotanjant, sekant ve kosekantı kazandıran matematik bilginidir.
Ebu Maşer : ( 785 - 886 ) Med-cezir olayını (gel-git) ilk keşfeden bilgindir.
Evliya Çelebi : ( 1611 - 1682 ) Büyük Türk seyyahı ve meşhur seyahatnamenin yazarıdır.
Farabi :
( 870 - 950 ) Ses olayını ilk defa fiziki yönden ele alıp açıklayıp izah getiren ilk bilgindir.
Fatih Sultan Mehmet
: ( 1432 - 1481 ) İstanbulu feth eden ve Havan topunu icad eden yivli topları döktüren padişahtır fatihin kendi icadı olan ve adı "şahi" olan topların ağırlığı 17 ton ve bakırdan dökülmüş olup 1.5 ton ağırlığındaki mermileri 1 km ileriye atabiliyordu bu topları 100 öküz ve 700 asker ancak çekebiliyordu..
Hazerfen Ahmed Çelebi : ( 17. yüzyıl ) Havada uçan ilk Türk. Planörcülüğün öncüsü.
Huneyn Bin İshak
: ( 809 - 873 ) Göz doktorlarına öncülük yapan bilgin.
İbni Baytar : ( 1190 - 1248 ) Ortaçağın en büyük botanikçisi ve eczacısıdır.
İbni Cessar : ( ? - 1009 ) Cüzzam hastalığının sebeb ve tedavilerini 900 sene önce açıklayan müslüman doktor.
İbni Fazıl : ( 739 - 805 ) 12 asır önce ilk kağıt fabrikasını kuran vezir.
İbni Firnas : ( ? - 888 ) Wright kardeşlerden önce 1000 sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştiren alim.
İbni Haldun :
( 1332 - 1406 ) Tarihi ilim haline getiren sosyolojiyi kuran mütefekkir. Psikolojiyi tarihe uygulamış, ilk defa tarih felsefesi yapan büyük bir islam tarihçisidir. Sosyolog ve şehircilik uzmanı.
İbni Hatip : ( 1313 - 1374 ) Vebanın bulaşıcı hastalık olduğunu ilmi yoldan açıklayan doktor.
İbni Heysem : ( 965 - 1051 ) Optik ilminin kurucusu büyük fizikçi. İslam dünyasının en büyük fizikçisi, batılı bilginlerin öncüsü, göz ve görme sistemlerine açıklık kazandıran alim. Galile teleskopunun arkasındaki isim.
İbni Macit : ( 15. yüzyıl ) Ünlü bir denizci ve coğrafyacı. Vasco da Gama onun bilgilerinden ve rehberliğinden istifade ederek hindistana ulaştı.
İbni Sina : ( 980 - 1037 ) Doktorların sultanı. Eserleri Avrupa üniversitelerinde 600 sene temel kitap olarak okutulan dahi doktor. Hastalık yayan küçük organizmalar, civa ile tedavi, pastör' e ışık tutması, ilaç bilim ustası, dış belirtilere dayanarak teşhis koyma, botanik ve zooloji ile ilgilendi, Fizikle ilgilendi, jeoloji ilminin babası.
İbni Yunus : ( ? - 1009 ) Galile'den önce sarkacı bulan astronom.
İbnünnefis : ( 1210 - 1288 ) Küçük kan dolaşımını bulan ünlü islam alimi.

Kadızade Rumi : ( 1337 - 1430 ) Çağını aşan büyük bir matematikçi ve astronomi bilgini. Osmanlının ve Türklerin ilk astronomudur.
Kambur Vesim : ( ? - 1761 ) Verem mikrobunu Robert Koch'dan 150 sene önce keşfeden ünlü doktor.
Kemaleddin Farisi : ( ? - 1320 ) İbni Heysem ayarında büyük islam matematikçisi, fizikçi ve astronom.
Kindi : ( 803 - 872 ) İbni Heysem'e kadar optikle ilgili eserleri kaynak olan bilgin. Fizik, felsefe ve matematik alanında yaptığı hizmetleri ile tanınmıştır.
Kurşunoğlu Behram : ( 1922 - ? ) Genelleştirilmiş izafiyet teorisini ortaya atan beyin güçlerimizden. Halen Prof. Behram Kurşunoğlu Amerika da florida üniversitesinde teorik fizik merkezinde başkanlık yapmaktadır.
Mes'ûdi :
( ? - 956 ) Kıymeti ancak 18. 19. Yüzyıllarda anlaşılan büyük tarihçi ve coğrafyacı. Mesudi günümüzden 1000 sene önce depremlerin oluş sebebini açıklamıştır. Mesûdinin eserlerinden yel değirmenlerinin de müslümanların icadı olduğu anlaşılmıştır.
Mimar Sinan : ( 1489 - 1588 ) Seviyesine bugün dahi ulaşılamayan dahi mimar. Mimar Sinan tam manası ile bir sanat dahisidir.
Ömer Hayyam
: ( ? - 1123 ) Cebirdeki binom formülünü bulan bilgin. Newton veya binom formülünün keşfi Ömer Hayyama aittir.
Piri Reis : ( 1465 - 1554 ) 400 sene önce bu günküne çok yakın dünya haritasını çizen büyük coğrafyacı. Amerika kıtasının varlığını Kristof Kolomb 'dan önce bilen ünlü denizci.
Razi : ( 864 - 925 ) Keşifleri ile ün salan asırlar boyunca Avrupa'ya ders veren kimyager doktor ünlü klinikçi. Devrinin En büyük bilgini İbni Sina ile aynı ayarda bir bilgin.

Sabit Bin Kurra : ( ? - 901 ) Newton' dan çok önce diferansiyel hesabını keşfeden bilgin. Dünyanın çapını doğru olarak hesaplayan ilk islam bilgini. Matemetik ve astronomi alimi.
Uluğ Bey : ( 1394 -1449 ) Çağının en büyük astronomu ve trigonometride yeni çığır açan ünlü bir alim ve hükümdar.
Zehravi : ( 936 -1013 ) 1000 sene önce ilk çağdaş ameliyatı yapan böbrek taşlarının nasıl çıkarılacağını ve ilk böbrek ameliyatını gerçekleştiren bilim adamı..

Abdüsselam : ( 1926 - ?) Pakistanlı Fizik Bilgini İlk nobel ödülü alan müslüman bilim adamı.
Akşemseddin : ( 1389 - 1459 ) Pasteur önce Mikrobu bulan ilk bilim adamı. İstanbulun fethinin manevi babasıdır. Fatih sultan Mehmet' in Hocasıdır

ANADOLU’NUN DAHİ MÜHENDİSİ: CEZERİ

İki yüzyıl önce sanayi devrimini yapmış Batı dünyasıyla karşılaştırıldığında Türkiye’nin tasarlayıp, yapma anlamında makinelerle geçmişinin çok eskiye dayanmadığı, Anadolu insanının icatlarının son derece sınırlı kaldığı çok yaygın bir kanı. Elbette üretim süreçlerini dönüştürme, kitlesel üretime olanak tanıma ve endüstriyel gelişimi hızlandırma anlamında çok da yanlış bir kanı değil. Ama... İşte her şeyin bir “ama”sı var.

Tarihin gölge düşmüş yaprakları arasından Bediüzzaman Ebû’l İz İbni İsmail İbni Rezzaz El Cezeri bize bakarken, bunları söylemek hiç de kolay değil. Çünkü Artuklu Türklerinin Diyarbakır’da hüküm sürdüğü yıllarda Artukoğulları Sultanı Mahmut bin Mehmet bin Kara Aslan’ın sarayında 32 yıl mühendislik yapan Cezeri’nin buluşları, asırlar sonra hayat bulan birçok teknik aracın temelini oluşturdu.

Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmemekle birlikte 1136-1206 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen Cezeri’nin su saatleri, su robotları, otomatik termos gibi birçok teknik ve mekanik buluşu yaşadığı dönemde de izleyenleri şaşırtırdı. Ama asıl ilginç olan Cezeri’nin bilgisayarın dayandığı sistemin ve sibernetik biliminin temellerini atan bilim adamı olmasıdır. Ebû’l İz El Cezeri, bilgisayarın babası olarak bilinen İngiliz matematikçi Charles Babbage’den 6 yüzyıl önce aynı sisteme dayalı makineler ve otomatik aletler yaptı ve bunları çalıştırdı; sibernetiğin kurucusu olarak bilinen nörolog Ross Ashby’den 800 yıl önce de sibernetik ve otomatik makinelerin kendi kendine çalışması konusunda bilimsel çalışmalar yaptı; bu bilimin temellerini attı.

Dünya bilim tarihi açısından bugünkü sibernetik ve robot biliminde çalışmalar yapan ilk bilim adamı olan Ebû’l İz El Cezeri, çalışmalarını Artukoğulları Sultanı için yazdığı Kitab’ül-Cami Beyn’el İlmi ve el-Ameli’en Nafi fi Sınaati’l Hiyel (Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap) adlı eserinde ortaya koydu. 50’den fazla cihazın kullanım esaslarını, yararlanma olanaklarını çizimlerle gösterdiği bu olağanüstü kitapta Cezeri, “Tatbikata çevrilmeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında kalacağını” söyler. Bu kitabın orijinali günümüze kadar ulaşamadıysa da, bilinen 15 kopyasından 10’u Avrupa’nın farklı müzelerinde, 5 tanesi Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde yer almaktadır.

Kısaca Kitab-ül Hiyel adıyla bilinen eseri 6 bölümden oluşur. Birinci bölümde binkam (su saati) ile finkanların (kandilli su saati) saat-ı müsteviye ve saat-ı zamaniye olarak nasıl yapılacağı hakkında 10 şekil; ikinci bölümde çeşitli kap kacakların yapılışı hakkında 10 şekil, üçüncü bölümde hacamat ve abdestle ilgili ibrik ve tasların yapılması hakkında 10 şekil; dördüncü bölümde havuzlar ve fıskiyeler ile müzik otomatları hakkında 10 şekil; beşinci bölümde çok derin olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten aletler hakkında 5 şekil; 6. bölümde birbirine benzemeyen muhtelif şekillerin yapılışı hakkında 5 şekil yer alır.

Teorik çalışmalardan çok pratik ve el yordamıyla ampirik çalışmalar yapan Cezeri’nin kullandığı bir başka yöntem de yapacağı cihazların önceden kağıttan maketlerini inşa edip geometri kurallarından yararlanmaktı. İlk hesap makinesinden asırlar önce aynı sistemle çalışan benzer bir mekanizmayı, geliştirdiği saatte kullanan Cezeri, sadece otomatik sistemler kurmakla kalmamış, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştı. Cezeri, Jacquard’ın otomatik kontrollü makinelerin ilki sayılan otomatik dokuma tezgahından 600 yıl önce değişik haznelerdeki suyun seviyesine göre ne zaman su dökeceğine, ne zaman meyve ve içecek sunacağına karar veren otomatik hizmetçiyi geliştirdi. Bazı makinelerinde hidro mekanik etkilerle denge kurma ve harekette bulunma sistemine yönelen Cezeri, bazılarında ise şamandıra ve palangalar arasında dişli çarklar kullanarak karşılıklı etkileme sistemini kurmaya çalıştı. Kendiliğinden çalışan otomatik sistemlerden sonra su gücü ve basınç etkisinden yararlanarak kendi kendine denge kuran ve ayarlama yapan dengeyi oluşturması, Cezeri’nin otomasyon konusundaki en önemli katkısıdır.

Bugün sibernetiğin ve bilgisayarın ilk adımlarını attığı ve ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilen Ebû’l İz El Cezeri, Anadolu’da yaşadı.

Mehmet Akif Ersoy, 1873 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Mehmet Tahir Efendi, annesi Emine Şerife Hanım’dır. Asıl adı “Ragıyf” olan Akif’i, babasından başka herkes “Akif” diye çağırıyordu. Şair, ilk tahsiline “Emir Buharî” mahalle mektebinde başladı. Daha sonra iptidaîye devam etti. Rüşdiye’yi bitirince, “Mülkî Baytar Mektebi”ne gitti. Son okulu 1893 yılında bitirdi. Bu tarihten sonra Rumeli, Anadolu ve Arabistan’da veteriner olarak dolaştı. 1913’te memuriyetten ayrıldı. Çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı. İsmet Hanım’la evlendi. Akif, şiir dilinin inceliklerini ondan öğrendiğini itirafla, karısı için: “İstanbul şivesi hakkında benim kaamusum” derdi.
Yer yer bir sevgiliye benzettiği vatanı, dört bir yandan istilaya uğrayınca:

“Fakat sen öyle değilsin: Senin yanar ciğerin:
“Vatan!” deyip öleceksin semâda olsa yerin.
Nasıl tahammül eder hür olan esaretine?
Kör olsun, ağlamayan, ey vatan, felâketine!”
(Fatih Kürsüsünde, s. 282)

diyerek, İstiklâl Savaşı’na katıldı. Sakarya Savaşı’nın buhranlı anlarında, her ihtimale karşı Ankara’dan hicret başladığı zaman, Sakarya’nın düşmana mezar olacağını düşündü ve Ankara’dan ayrılmadı. Necip milletine “İstiklâl Marşı”nı hediye etti.

1926 yılında Mısır’a gitti. Orada, Mısır Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkçe Müderrisliği’nde bulundu. Daha sonra siroza yakalandı. İstanbul’a döndü. 27 Aralık 1936 pazar günü akşamı öldü. Ertesi günü, Türk gençliğinin elleri üzerinde Edirnekapı’daki şehitliğe defnedildi.

GİRİŞ
İlk eseri, Mektep Mecmuası’nın 26. sayısında neşredilen “Kur’ana Hitab” adlı manzumesidir (1895). Daha sonra Resimli Gazete’de ahlâkî, dinî ve hikemî konuları işleyen şiirler yazdıysa da, bunların hiçbirini “SAFAHAT”a almadı. 1897’den sonra 1908 Meşrutiyeti’ne kadar, şiir yazdıysa da, bunları yayınlamadı.
Akif’in Safahat’ı, Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hâtıralar, Âsım ve Gölgeler adlarıyla çeşitli yerlerde, çeşitli defalar basılmış, yedi kitabın birleştirilmesiyle meydana getirilmiş ilk ve tek kitabıdır.
Safahat’ın sözlük anlamı: “Safhalar, devreler” demektir. Kitaba adını veren ilk bölümde; şairin, yaşadığı çevredeki hayatını görüyoruz. Daha ziyade manzum hikâyelerin yer aldığı bu bölüm, Akif’in ev, sokak, mahalle karşısındaki gözlemlerinin realist mısralarda aksi gibidir. Bu şiirlerde bazen Allah’a sitem etmiş, bazen Allah’tan dinsizler için bile mağfiret dilemiştir. Burada Akif, maziyi sevmez. Onu dehşetli bir dikene, istikbâli de mübarek bir toprağa benzetir.
Süleymaniye Kürsüsünde, Türk bayrağı altında kurulacak İslâm birliğini ifade eden Akif, cami kürsüsüne, yaşanan hayatı, aydınları meşgul eden memleket ve dünya meselelerini sokmuştur. Bu, şiirimizde bir yeniliktir.
Hakkın Sesleri, âyet ve hadislerin manzum yorumlarına dayandırılmıştır. Burada Akif, halkı iyimserliğe çağırır, Balkan bozgununun sebeplerini ele alır.
Fatih Kürsüsünde, marifet ve fazilet konularına açıklık getirir.
Hâtıralar’da Akif şiirini, Berlin, Mısır ve Necit’e yaptığı seyehatlere dayandırarak, Batı medeniyetinin hangi ölçülere göre değerlendirilmesi gerektiğini anlatıyor.
Âsım, Akif’in şâhâseridir. Şair, onun vasıtasıyla Türk gençliğine seslenmektedir.
Gölgeler’de ise, kurtuluşu müjdeleyen mısraıların yanında, karamsar ve bezgin manzumeleri de görüyoruz. Bu bölümdeki şiirler, dinilirik karakterdedir.

Daima ölçülü olan, hiçbir konuda aşırıya kaçmayan, fikirlerindeki yanlışları görünce, geri dönmesini bilen bu imân ve fikir adamının başlıca arkadaşları arasında, sırasıyla; Abbas Halim Paşa, Dr. Adnan Adıvar, Babanzade Ahmet Naim, Ali Ekrem Bolayır, Ali Emirî, Ali Şefki Efendi, Recaizade Ekrem, Fuat Şemsi, Elmalı Hamdi Efendi, İbnülemin Mahmut Kemal Bey, Hüseyin Kâzım, İbrahim Bey, İsmail Hakkı İzmirli, Mithat Cemal, Prof. Fatin Gökmen, Eşref Edib, Mahir İz, Hasan Basri Çantay, Süleyman Nazif, Neyzen Tevfik, Ömer Lütfi Bey ve Ömer Rıza Doğrul gibi, yaşadıkları devre damgasını vuranlar vardır.

FİKİR HAREKETLERİ
1908 Meşrutiyeti’nden sonra, memleketin kurtuluşu ve milletin selameti için düşünen, eli kalem tutan aydınlarımız, çeşitli düşüncelerini basın vasıtasıyla, karınca kaderince, etraflarına yaymaya, kitlelere ulaştırmaya çalıştılar.
Bu hareketin içinde, Mehmet Akif’i de görüyoruz.
O yıllar, ülkemizde vatan sevgisinin yeni ıstıraplarla; hürriyet aşkının da derin özleyişlerle yaşandığı yıllardır.
Devletin içten kundaklanması, dışarıdan saldırıya uğraması, Rumeli’nin elden gider olması, Arapların, kendilerine hazırlanan tuzaklardan habersiz, Batılıların kucağına düşmesi, yıkılışı hızlandırmıştı.
Servetifünucu’lardan Fikret, Batı’dan gelen fikirlerin etkisinde kalmış, A’dan Z’ye, Avrupa’da ne varsa, almak gerekir düşüncesine kapılmıştır. Bunun karşısında yer alan ve İslâmi Türk Milliyetçiliği fikrine bağlanan Akif, Kur’anı asrın idrakine göre söyleterek, İslâma sımsıkı sarılma zamanın geldiğini, Avrupa’dan bize ne lazımsa onu almak gerektiğini ileri sürmüştür. Ziya Gökalp ve arkadaşları da, Türk Birliği, Türk Milleyetçiliği fikrini kendilerine bayrak edinmişlerdir.
Böylece, etkilerini hâlâ günümüzde de yer yer gösteren, “Avrupalılaşmak, İslâmlaşmak, Türkleşmek” gi-bi, üçlü bir fikir hareketi doğmuştur.
Aslında gayet sakin bir mizacın sahibi olan Akif, bütün kuvvetini ve ilhamını imanından alarak, hayatını sanatıyla birleştirmiştir. Yetişme tarzı itibariyle doğu ve batıyı orijinal kaynaklarından tanımış, anadili gibi bildiği Arapça, Farsça ve Fransızca sayesinde, dünya edebiyatının ünlüleri arasında yer alan Hâfız, Sâdî, Lamartine, Chateaubrian, Hugo, Anatol Frans, Renan, Alfonse Daudet’i tanımış, sevmiştir.
Bunlar, onun ufuklarını açmış, Akif’i, Muallim Nâci etkisinden de kurtarmıştır. Çok iyi bildiği Kur’an, çocukluğunda aldığı aile terbiyesi ve yaşadığı, gezip gördüğü çevreler, Akif’in düşünce yanını etkilemiş, onun İslâmi bir karakter örneği olmasını sağlamıştır.
O, gerçekçidir. Zulme karşıdır. Hürriyetin kölesidir. Bu tutumunda: “Emrolunduğu gibi doğru olunuz!” âyet-i kerimesiyle, Hz. Muhammed’in: “Haksızlıklar karşı-sında susan dilsiz şeytandır!” ikâzının etkilerini görüyoruz.

“Hayır! Hayâl ile yoktur benim alış verişim
İnan ki her ne demişsem görüp te söylemişim
Şudur cihanda benim en sevdiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!”

mısraıları, kendi ağzından, Akif’in özetinden başka nedir? Ya şu mısralar, ne kadar engin ve hür bir şahsiyetin sahibinin portresini çiziyor, değil mi?

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.

Yukarıda, kısaca özetlediğimiz üç fikir, daha sonraları, “Muasırlaşmak, İslâmlaşmak, Türkleşmek” olarak idealize edilecek ve bugünkü modern Türkiye’nin doğuşunu hazırlayacaktır.

ŞİİRİ
Mithat Cemal Kuntay; “Akif, nazmın mermertıraşıdır” der. Bu hükmünde, yerden göğe kadar haklıdır. Lâkin Akif, bu vadide çok mütevazidir. Safahat’ın ilk şiirinde, kendi şiir anlayışını şöylece özetlediğini görmekteyiz.

Bana sor sevgili kaari, sana ben söyliyeyim,
Ne hüviyette şu karşında duran eş’ârım;
Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Şiir için “göz yaşı” derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün asârım.
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizârım!
Oku, şayed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa.

Bu şiiri biraz açmak, nazmın mermertıraşının şiir anlayışını ortaya koymak istiyorum. O’na göre, şiiri hakkında, başkaları tarafından söylenenler veya söylenecek olanlar, lâftan ibaret kalacaktır. Kendi ifadesiyle, onun şiirleri; bir yığın sözden, yapmacıksız söylemekten, aczinin gözyaşından, hissedip söyleyemediklerinden başka nedir? Çünkü o, sanat bilmez, sanatkâr değildir. Onun şiiri, bir hisli yüreğin iniltileridir. Nedense bu iniltileri de, dilsiz kalbi yüzünden, hissettiği gibi ifade edememiştir. Bu yüzden de, kalbinden şikâyetçidir.
O, “Sanat, sanat içindir!” diyenlerin aksine, kalemini, milletinin emrine vermiştir. Her ne kadar önceleri, Muallim Nâci’nin ve Hâmid’in etkisinde kaldıysa da, sonraları kendi şahsiyetini bulmuş, milletimizin ıstıraplarının tercümanı olmuştur.
O, öyle bir tercümandır ki, içinde yaşadığı çağın tenkidini yaparken, milletinin hislerini anlatırken, çevresinde gördüğü bozuklukları, çarpıklıkları işaret ederken, kâh çok acı, kâh mizahi bir dil kullanırken, Müslüman Türk’ün ahlâk ve faziletinin nasıl olması gerektiğini belirtirken, kurtuluşa çareler gösterirken, sosyal bir yaraya parmak basarken, Türk milletinin, hatta Türk ırkının heyecanlarını ifade ederken, şehitlerimize yakışır şiir abideleri dikerken, ele aldığı konu, tem’a ile, kullanacağı nazım şeklini seçmiş, gerekirse manzum hikâye tarzını denemiş, gönlünün, aklının, imânının ilhâmlarını, milletinin ortak vicdanının sesini dile getirmiştir.
Hemen bütün şiirlerinde aruz veznini kullanmıştır. Hatta bu vezni; “Türk aruzu” haline getirmiştir. Burada, aklınıza, millî şairlerimizin en başında yer alan Akif’in, niçin kendi millî veznimiz olan “hece”yi kullanmadığı sorusu gelebilir. Bu konuda Akif’in bir kusuru, günahı yoktur. O da, bazı çevrelere kendini kabul ettirebilmek ve daha önemlisi, bir fikir adamı olarak; “İslâm Birliği” düşüncesine önderlik ettiğinden olmalı, ortak değerlerde bütünleşmek, onları yaşatmak anlayışına bağlanmıştır.
Fakat, hemen bütün şiirlerinde aruzu kırıp, bükmüş, onu hissedilmez bir hale getirmiştir. Anadili Türkçe’yi bütün incelikleriyle, bütün hassasiyetiyle bildiği için, hemen hiçbir mısraında, aruzun tumturaklı sesini göremezsiniz. İşte Akif, bu iki hususiyetinden dolayı, gerçekten Türk nazmının mermertıraşıdır.

Şu örneklere bakınız:

“Ayran daha midesinde kaynar,
Kalkar da teres bilârdo oynar.”

“- Dokuz kuruş bu hasır, siz sekiz verin haydi…
Pazarlık etmiyelim bir kuruş için şimdi!”
“- Şu karşımızda duran kubbe galiba türbe…
- Ayol! Namaz geçiyor… Amma dalmışız lâfa be!
Bırak da türbeyi sen şimdicik biraz çabuk ol!
- Canım neden koşalım? Var ya vaktimiz bol bol…
Yetişmemiş bile olsak, kazası mümkündür!
- Hayır, yetişmeli, madem edası mümkündür.
- Demek sıvanmalı abdeste… Bari bir çeşme
Olaydı…
- Çeşme mi? Al işte!
- Dur fakat gitme!
- Senin uzun sürecek, anladım ki, abdestin;
Fotin çıkarması, bilmem ne… Çünkü yok mestin.
Bırak da ben gideyim, sonradan gelirsin sen…
Gecikme ha!
- Gelirim… Görmek isterim zaten.”

SONSÖZ
Kısaca Akif, son devir Türk şiirinin ve fikir hayatının tacidârları arasında yerini almıştır. O, batının ilerleyişi, doğunun geri kalışı karşısında, yalnız Müslüman Türk’ün değil, bütün İslâm milletlerinin uyanışını arzulamıştır. Yıkılış günlerinin kahrını yaşamış, istikbâle ve istiklâle olan inancını asla kaybetmemiştir. Baştan başa destan olan tarihimizin, iki küçük fakat manaca büyük kesitlerini, büyük bir maharetle destanlaştırabilme başarısına erişmiştir.
Bu, az şey midir?
Bu duygular içinde, ölümünün 50. yılında, onu biraz olsun, anlatabildimse, bahtiyarım.

Oyhan Hasan BILDIRKİ
Kaynak:
Millî Şair Mehmet Akif Ersoy Ölümünün 50. Yılında… s. 22 - 28 / Aydın 1986

MANDAL HOCA (Mandan Hoca)
Of’un en büyük âlimlerindendir. En büyük özelliği Devrinin Sultanı II. Abdülhamit’e “Neden kadınlar gibi kafes arkasında duruyorsun gizleniyorsun, demek ki, korkuyorsun öyle ise kusurun var” diyebilmiştir.
Mandal Hoca, Of’ta Mandan hoca diye anılır. Bugün torunları Of’ta Mandanoğlu diye anılır. Altay Yiğit, Çaykara ve Folkloru adlı eserinde onun Çaykara’nın Taşçılar köyünden olduğunu belirtir. Mandanoğlu hakkında kişiliğini en güzel olarak Milli Şairimiz Mehmet Akif, “Asım” adlı şiirinin bir bölümünde şöyle ifade eder.


“Yeni camideki vaiz, bileceksin belki
Tacı yok tahtı da yok kendine malik sultan
Öldü biçare adam zannederim? Hem çoktan.
Ne güzel söyledin oğlum. Hoca sultandı evet
Yoktu dünyada esir olduğu hiçbir kuvvet
Hele sen yoldaşımın halini görseydin o gün
Eskisinden de perişandı…
Tabii sürgün
Başta bir dalgalı festü tepesinden o ibik
Çuk oturmuş bakıyor mavi beş on kat iplik,
Sapı yok püsküllü tutmuşta dışından ibiğe,
Bağlanmış sımsıkı artık buda kopmaz ya diye,
Önü çökmüş sarığın, arka taraf vermiş bel,
Çağlıyor püsküle baktım üzerinden tel tel,
Saçak altında o gözler uzanan kaşlardan
İki şimşek dolu gök sanki yanarbın baksan,
Sonra hendekler açılmış gibi kat kat bir alın
Hani bin parça olur. Düşmeye görsün, nazarın
İri burnundan inip savruluyor çifte duman
El ayak bağlı solurken bu kıyılmaz aslan
Kara yel indire dursun tipi, yağmur kar kış,
Hoca çıplak yalnız çok senelerden kalmış,
Yani yırtmaçlı bir entarisi var sırılsıklam,
Akıyor dört eteğinden hani biçare adam
Lakin aldırdığı yok hem sövüyor, hem yürüyor,
Göğsünün kılları donmuş o ateş püskürüyor,
Oflu, hainlere lanet dağıtırken bol bol
Kime benzetti ki bilmem beni berhudar ol,
Diyerek okşadı. Artık ne kadar hoşlandım.
Bilemezsin… Sıcacık bir aba giydim sandım.
Oflu tedris ile bağdaş kurarak koltukta
Dedi:
—Çoktan beridir vardı benim bir derdim
Gideyim zalimi ikaz edeyim isterdim
O bizim cami uzaktır gelemez mani ne-
Giderim ben diyerek vardı onun camiine
Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,
Ali Osmandan edilmezdi bu korkaklık, ümid
Belki kırk elli bin askerle sarılmıştı Yıldız
O silahşörler o alfesli herifler sayısız
Neye mal olmada seyret herifin bir namazı
Sade altmış bin adam kaldı nazasız en az,
Hele tebziri aşan masraf dersen sorma
Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma
Dedim ki bunca zamandır nedir bu gizlenmek?
Adam mı, Cin mi, nesin? Yok ne bir gören ne eden
Ya çünkü korkan adamlar gerek ki saklansın
Değil mi saklanıyorsun demek ki korkudasın
Değil mi korkudasın, var kabahatin mutlak
Birde baktım canavarlar pusudan çıkarak
Koştular tekmeye kuvvet kimi dipçikle kimi
Serdiler her tarafından delinen pöstekimi
—Sonra?
—Ben hissimi kaybetmiştim artık…
—Sanki bir korkulu rüya idi… Ferdası sabah
Deniz üstünde bulup kendimi şaştım bu işe
Dedim ki Anlatırım ben, Hamid öbür gelişe
Adam aldıkça Lazistan kıyısından takalar
Kurtuluş yok seni MANDAL yine bir yakalar.”


Şiirin Mandal hoca ile ilgili bölüm beş altı sayfadır. Olay kısaca şöyle özetlenebilir: İstanbul Yeni Camiinde vaizlik yapan mandal Hoca padişah olan Sultan II. Abdülhamit’in halkın arasına girmemekte olmasına içerlemektedir. Bunun için o da padişahın namaz kıldığı camiye, yani Yıldız Sarayındaki camiye gider, görür ki Sultan bir namaz kılacak diye 60.000 kişi namaz kılamamıştır. Bir namaz için o kadar masraf harcanır ki Mandal Hoca bunu maskaralık kabul eder. Yıldız Sarayında II. Abdülhamit’in yanına ulaşır. Ve ona neden saklandığını, halkın kendisini görmek istediğini, ancak onun saklanmakla korktuğunu ve korkan adamın mutlaka bir suçu olduğuna göre onun da suçu olduğunu yüzüne karşı söyleme cesaretini gösterir. Fakat padişahın koruyucuları onu etkisiz hale getirirler. Sonra da Mandal hoca Erzurum’a sürülür. Erzurum’a gitmek için gemi ile Trabzon’a gelir. Burada Trabzon Valisi Kadri Paşa tarafından olduğundan büyük yakınlık görür. Kadri Paşa onun acınacak kadar perişan olduğun görünce, ona elbise verir. Para da verir. Mandal Hoca parayı kabul etmez. (Kadri Paşa: (1893–1902) yılları arasında Trabzon’da valilik yaptığına göre bu olayda adı geçen tarihler, arasında olmuştur).
Milli şair Mehmet Akif, Mandal Hoca gibi on kişi daha doğuya gitmiş olsaydı doğunun insanlarının münevver, aydın hale gelebileceğini söylemiş ve Padişaha, kabahatini yüzüne söyleyebilen Mandal Hoca’ya hayran kaldığını, “Asım” adlı şiir kitabında belirtir.

Trabzon Of ve Hayrat çevresinde tarafımızdan yapılan alan çalışmasında Dursun Fevzi Güven adındaki Çalekli Dursun Efendi adıyla meşhur büyük âlimin Mandan Hoca tarafından da okutulduğunu ve büyük oğluna Fatih’teki mezarı başında her Cuma günü bir Yasin okumasını vasiyet ettiğini bizzat oğlu Süleyman Efendi bize aktarmıştır. Ancak Fatih’teki mezarın Oflu Mehmet Emin Efendi’ye ait olduğu düşünülürse Mehmet Efendi ve Mandan Hoca aynı kişi olabilir. Mandan Hoca’nın torunlarından Sadullah Mandan, aile seçeresinde kendisinin Mandan Hoca’nın oğlu Sadullah, onun oğlu Fehmi, onun da oğlu Rıfkı’dan geldiğini belirtir. 1987 yılında 107 yaşında ölen babaannesinden öğrendiği bilgilere Mandan Hoca’nın 1840 yıllarından önce doğduğunu onun İlve adındaki kızının mezarının Bayburt Soğanlı dağlarında, diğer kızı Gülsüm’ün mezarının Çaykara Holo’da olduğunu belirtir. Ayrıca Altay Yiğit, onun Çaykara Taşçılar köyünden olduğunu yazar.

Günümüzde Mandan Hoca’nın torunları Of Solaklı Mahallesi (Yeni mahalle) ağırlıklı olarak yaşamaktadırlar ve dedeleri adına Mandan Hoca Camii Yaptırma ve Yaşatma derneği kurarak, onun toprakları üzerine onun adına bir cami yaptırmaya çalışmaktadırlar.
Bu aile ilgili olarak Kasımoğlu ailesi ile yakın akrabalık olduğu söylenmektedir: “Davud Hoca'nın babası Mandanoğlu ile Şemsettin Said'in babası Kasımoğlu'nun amca çocukları olduğu ifade edilmektedir. Şemsettin Said'in eşi Rahime, Mandanoğlu ailesinden gelin gelmiştir. Mandanoğlu ailesinin bir bölümü Of'tan Tokat'a gelip Erbaa ilçesinde yerleşmiştir.” Haşim ALBAYRAK 2006

Yarışmada liseler arasında birinci olan öğrenci Fatma Ülkü Betül kısa ödülünü aldıktan sonra, “Nasıl ki Mehmet Akif bu şiiri ilk yazdığında ödül verileceğini duyunca Meclise vermek istemediyse, ben de kendimi bu ödülü almaya layık görmüyor ve bana verilen 750 YTL’ lik bu ödülü İHH İnsani Yardımlaşma Vakfına bağışlıyorum dedi. Salondaki herkesin gözlerini yaşartan bu hareket uzun süre alkışlandı.
Anadolu Gençlik Derneği Genel Merkez, Genel Başkan Yardımcısı Mecit Dönmezbilek; Mehmet Akif Ersoy’un, Türkçe’mizi en güzel kullanan insanlardan biri olduğunun altını çizerek. 17 Şubat 1921’de Ankara’daki evinde bu şiiri yazdığında Meclis’in 500 liralık ödül verdiğini duyunca yazdığı şiiri Meclise teslim etmemiştir. Mehmet Akif”in, bu şiiri para karşılığında yazmadığını ima etmek için yapmış olduğu bu hareketten bizlerin ne tür bir ders çıkarması gerektiğini düşünmesi gerekir dedi. Üstüne üstlük Mehmet Akif’in o yılları maddi açıdan çok sıkıntılı geçmesine paraya çok ihtiyacı olmasına rağmen kalbinden gelerek yazdığı o şiir karşısında maddi bir ödül almayı kabul etmemişti” dedi.
AGD, Konya Şube Başkanı Yusuf Güneş ise konuşmasında , “Olmasa olmazlarının başında inanç, örf ve adetler var olduğu müddetçe korkmayın dedi. Çünkü inancına bağlı kalarak bir insanın neler yapabileceğini bizler yakın tarihimizde Çanakkale’de gördük. Türkü, Kürdü, Arabı, Çerkezi vs. her türden insanı ile ecdadımız bize iman gücü ile bu vatanı emanet etmiştir. İstiklal Marşımızı yazan milli şairimiz Mehmet Akif’in de bu şiiri yazarken ne tür duygular taşıdığını birazdan öğrencilerimizin okuyacağı nağmelerde tekrardan göreceğiz” diye konuştu.
AGD Konya temsilcisi Hasan Bircan, “ İstiklal Marşımızın 87. yıldönümü anısına düzenlediğimiz bu programdaki niyetimiz; öğrenci kardeşlerimizdeki cevherleri ortaya dökmek, aynı zamanda İstiklal Marşı’nın ruhunda olan iman dolu iklimi burada sizlerle birlikte paylaşmaktır. Hepimizin aklına öğrenci deyince; sınav, çalışma ve başarı gelir. Bizler de Anadolu Gençlik Dergisi olarak, A.G. Derneği’nin de katkılarıyla hazırladığımız bu programda, öğrencilerimizin çalışarak ne tür başarılar elde edebileceklerini görmek adına burada bulunuyor ve öğrenci kardeşlerimizden desteklerini esirgemeyen tüm velilerimizde de teşekkür ediyoruz” dedi.

Asım’ın nesli yarıştı

Anadolu Gençlik Derneği tarafından düzenlenen İstiklal Marşını Güzel Okuma Yarışmasında Mehmet Akif’in ince ruhu damgasını vurdu.



AGD Bölge Başkanı Bahri Kırışık ise geceyi tertipleyen Anadolu Gençlik Dergisine ve Derneğine teşekkür ederken, “ Zira milli emanetleri korumak ve yaşatmak adına yapılan tüm programlarda Anadolu Gençliğin adını duyuyor ve bundan mutluluk duyuyoruz. Öğrencilere de şunu demek isterim. Dedeleriniz, sizler gibi gençlerin geleceğini ümit ederek bu mısraları bize yazmış ve bugünlere taşımışlardır.
Konuşmacıların ardından finale kalan 15 öğrenci, İstiklal Marşını şiir olarak okudu. Konuşmaların ardından ise Liselerden ilk üçe dereceye giren öğrenciler şunlar oldu:
Fatma Ülkü Betül Kısa, Mücahit Körükçü, Onur Orhan ile İlköğretimden ilk üç dereceye
Rabia Sümeyra Sarıkaya, Büşranur Güçlü ve Rukiye Nur Erkoç ile yarışmaya katılan her öğrenciye ödüllere ve hediyeleri verildi. sürpriz hediyeler takdim edildi. Konuşmaların ardından Anadolu Gençlik Derneği tarafından başlatılan’250 bin şehidimize 250 bin hatim’ kampanyasının duası yapıldı.

MEHMET AKİF ERSOY’UN FİKİR DÜNYASINI OLUŞTURAN

TARİHSEL ARKA PLAN

Prof. Dr. Mehmet Naci Bostancı

Gazi Üniversitesi

İletişim Fakültesi

Tarihte önemli roller oynamış şahsiyetlerin sonraki dönemlerde hatırlanışları tuhaf bir kaderi izler. Onların fikirleri, yapıp ettikleri, kendilerinden bahsedilen dönemin genel iklimi içinde değerlendirilir ve adeta yeni bir okumaya tabi tutulurlar. Elbette şunu biliyoruz: Tarihteki süreklilik, içinde değişimin, farklılaşmanın yer aldığı bir sürekliliktir. Süreklilik denildiğinde, temel bir karakteristiğin mevzii değişimlerin ötesinde varlığını sürdürmesi anlaşılır. Ancak yine de bazen bu değişmeler dahi ıskalanır ve adeta tarihilikten yoksun, bugünün yansıtılmasına dayalı, hayali tarafları baskın bir geçmiş anlatısı ortaya konur. Böyle yapılmasının nedeni, “tarihi olanı” tespitten çok, güncel olanı tarihin desteğiyle daha etkili bir hale getirmek, geçmişten bugüne şahit çağırmaktır.

Tarihe bu yöndeki yaklaşımları bir yere kadar mazur kılan, tarihe yönelik her ilginin kaçınılmaz bir biçimde güncelle olan hayati bağıdır. Ne tarih üzerine çalışanlar ne de onların takipçileri günceli bütünüyle yok sayarak pür bir tarihi hakikatin peşine düşerler. Esasen bir “tarihi hakikat”ten bahsetmenin güçlüğü de ortadadır. Yarın tarih olacak günümüz için nasıl kapsayıcı bir hakikat anlatısı oluşturamazsak, aynı şekilde tarih için de bir hakikat ortaya koyamayız. Yapabileceğimizin en iyisi, içinde daha fazla hakikat barındırdığına inandığımız bir senaryoyu kamuoyuna sunmak olabilir. Ancak güncelle tarihin bu zorunlu ilişkisinin ötesinde, bir kasıt çerçevesinde okunması ayrı bir bahis teşkil eder.

Tarih hakkındaki bu kısa giriş, yakın tarihimizin önemli simalarından Mehmet Akif Ersoy’un hayatı ve fikirleri değerlendirilirken karşımıza çıkması muhtemel yanılsamalara dikkat çekmek içindir. Çünkü Ersoy, Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş döneminde yaşamış, fikri dönüşümlere yazıları, konuşmaları, vaazları ve en önemlisi elbette şiirleriyle damgasını vurmuş, nihayet İstiklal Marşımızı kaleme almış son derece önemli bir kişiliktir. Bu özellikleri dolayısıyla onun etkisi sadece dönemiyle sınırlı kalmamış, sonraki tarihlerde de fikirlerine, heyecanlarına katılan, bunları kendi zamanlarının ruhu içinde yeniden gündeme taşıyan çok geniş toplumsal kesimler varolmuştur. Onun, İstiklal Marşı’nın şairi olması kadar, yüksek ahlakı, etkileyici kişiliği, toplumsal sorunları yürekten anlatışı, her zaman toplumun ortak bir değeri olmasını sağlamış olmakla birlikte, bazı toplumsal ve politik çevreler onun fikirlerini –diğerlerinden farklı olarak- kendi kimliklerinin temel bir karakteristiği olarak takdim etmişlerdir. Öte yandan, bugüne ait siyasal mücadelenin inşa ettiği geçmiş anlatısı içine olumsuz bir figür olarak M. Akif Ersoy’u yerleştirenler de vardır.

Toplumdaki M. Akif Ersoy’a ilişkin farklılıklar taşıyan bu ilgiler demeti, onun fikirlerini anlama, yeniden yorumlamada da değişiklikler doğurur. Ona yönelik kimi eleştirileri ortaya koyanlar kadar, Ersoy’u bütünüyle benimsediklerini düşünenler dahi onun fikirleriyle kendi fantezilerini bir ölçüde karıştırırlar. Örnek vermek gerekirse; Akif Ersoy’a gönülden bağlı olduğunu düşünenler arasında II. Abdülhamit’e yönelik güçlü bir eleştiriye ya da onun yönetiminin bir istibdat olduğuna dair tanımlamaya pek rastlanmaz. Oysa Ersoy Abdühlhamit’in yönetimini istibdat olarak görür ve onu, bir şiirinde de takip edilebileceği gibi şiddetle eleştirir.

“Yıkıldın gittin amma ey mülevver devri istibdad

Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yad.” (İstibdad, s. 85)

Bir başka husus, Ersoy’daki güçlü İslami vurgu dolayısıyla onun modernliğe de muhalefet eden, bağnazlığa yakın duran birisi olduğu doğrultusundaki yanlış kanaattir. Siyasetin görselliğe dayalı kaba parametrelere ilişkin ayrımlarından hareket edildiğinde, her yerde rastlanan o sakallı fotoğrafı dahi, bu istikametteki kategoriler içinde onu klişeleşmiş “gerici” tiplemesi içine koyabilir. Bu da başka tür bir yanılsamadır. Kaba şablonlar dolayısıyla Safahatın kapağını kaldırmayı lüzumsuz bulanlar, onun medeniyete, gelişmeye yönelik tutkulu anlatımını, taassuba, dar görüşlülüğe, yobazlığa dair eleştirilerini görme imkanından da mahrumdurlar. Onlar için Mehmet Akif Ersoy, okumadıkları ancak bildiklerini varsaydıkları Safahatın, hayat hikayesini öğrenmedikleri ama bir fotoğraf üzerinden ya da şifahi rivayetlerle düşledikleri, onun hakikati yerine kendi fantezilerini koydukları bir kişiliktir.

Bu türden değerlendirmelere bir örnek olması için Mehmet Akif Ersoy’un Makalelerinden bir alıntı yerinde olacaktır.

“İki kişi oturmuş konuşuyorduk. Ben Hazreti Mevlana’nın en gamız, en mücerred mesaili mahsusat dairesine indirmekteki kudretine hayran olduğumu, o kitab-ı muazzamın mutlaka baştan başa okunması lazım geleceğini ileri sürünce arkadaşım dedi ki: Hazreti Mevlana Hind felsefsinin nakilidir.

-Mesneviyi okudunuz mu?

-Hayır.

-Hind felsefesi nedir, onu biliyor musunuz?

-Hayır.

-O halde böyle bir iddiaya ne cür’etle kıyam ediyorsunuz?

-Öyle işittim.” (Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında çıkan) Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 118)

“Öyle işitmek”; herhalde kritik sözlerden birisi bu. Siyasal mücadeleler sadece yazı üzerinden sürdürülmez; kitapların, dergilerin, filmlerin, şarkıların ötesinde bunlara eşlik eden son derece geniş bir şifahi alan siyasal mücadelelerde etkili bir işlev yerine getirir. Yazı, metin, son tahlilde söylediği her zaman ortada olan, şeffaf bir niteliğe sahiptir ve eleştirelliğe açıktır. O yüzden “yazılı alan” kendini, mukabil değerlendirmeleri belli ölçüde dikkate alan bir rasyonellik üzerinden kurmak durumundadır. Buna karşılık sözlü alan, siyasal mücadelelerin çok hoşnut kaldığı, kolektif kimlik fantezilerinin arzu edildiği gibi oluşturulmasına cevaz veren bir keyfilik içinde oluşur; özü itibariyle, rakiplerin eleştirelliğinden uzakta, yahut onların hücumlarını karşılayacak olağanüstü esnekliğe sahip bir niteliktedir. O yüzden tarihe ait değerlendirmeler, oradaki önemli figürlere ilişkin yorumlar bu keyfilikten hayli nasibini alır. Mehmet Akif Ersoy’un güncel siyasi mücadelelerin özellikle sözlü alanında böyle bir “anlaşılamama” kaderi yaşadığı söylenebilir.

Hayatı

Ersoy, 1873-1936 yılları arasındaki 63 yıllık ömrü içinde I. Ve II. Meşrutiyetin ilanı, İttihat ve Terakki’nin örgütlenmesi, nihayet iktidarı, II. Abdülhamit dönemi, çöken bir imparatorluk, Birinci Dünya Savaşı, İstiklal Savaşı, modernleşme yolunda atılan adımlar gibi bir çok önemli gelişmeye şahitlik etmiştir. 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanırken Mehmet Akif Ersoy 45 yaşındadır. Bir şair, yazar ve düşünürün adım adım gerileyen bir imparatorluğun acılı coğrafyasında kendi kariyerini inşa etmesi trajik bir olaydır. Çünkü her bir fert nihai noktada kendi kaderine odaklanarak kimi teselli unsurları bulabilir; ancak şairler ve yazarlar temsil ettiklerini düşündükleri bir kolektif irade adına davranırlar, onun adına yaşarlar, soluk alırlar ve onların endişeleri de ümitleri de, tesellileri de kolektif plandaki gelişmelere bağlı olarak kalır. Nitekim Ersoy’un tüm yazılarında ve şiirlerinde derin, insanın içine işleyen bir hüzün vardır. Şiirlerindeki kahramanlığın, kurtarıcılığın, ümidin dile geldiği satırlar dahi, tam da bunları ortaya çıkartan gerekçeleri de yankılayarak varolurlar.

M. Akif Ersoy, temeli Tanzimat öncesine de giden, ancak daha kapsamlı bir proje olarak Tanzimat’la başlayan modernleşme girişimlerinin genel atmosferi içinde doğmuştur. Annesi Emine Şerif Hanım, babası Mehmet Tahir Efendi’dir. İlk eğitimine Fatih civarındaki Emir Buhari mahalle mektebinde başlar. Dört yaşındadır. İki sene burada okur, sonra Maarif Nezareti’ne bağlı ilk okula gelir. Üç yıl bu okula devam eder, bu arada babasından Arapça öğrenir. Bundan sonra Fatih Merkez Rüştiyesine gider. Buradaki eğitiminde Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca’ya ilgi gösterir. Rüştiyeyi bitirince Mülkiyeye gitmek ister, ilk kısmı olan üç yıllık idadiyi bitirir, iki yıllık ali kısmına geçtiğinde babası vefat eder, bir yangında evleri yanar, tam da bu sırada açılmış olan “Mülkiye Baytar Mektebi” hakkında “Bu mektep yenidir, çıkanlara memuriyet verilecekmiş” şayiaları üzerine, Baytar mektebine geçer ve dört yıl içinde burayı birincilikle bitirir. 1893’ten 1913’e kadar memuriyette bulunur.

Her zaman yazı ve şiirle iç içe yaşayan Akif’in kamuoyunun önüne çıkması II: Meşrutiyetin ilanıyla birliktedir. Şiirlerini, makalelerini Sıratı Mustakim’de* yayınlamaya başlar.

Birinci Dünya Savaşı sonrası imparatorluğun dağılması, Mondros’tan sonra ise Anadolu’nun işgal edilmeye başlanması her yerde ayaklanmalar doğurmuştur. Akif de Şubat 1920 tarihi itibariyle Balıkesir’de hutbeler vererek halkı bağımsızlığı için savaşmaya çağırır. Daha sonra İnebolu üzerinden Ankara’ya gelen Ersoy, Konya ve Kastamonu’da halkı aydınlatma faaliyetlerinde bulunur.

Her milletin bir İstiklal Marşı olduğu, Türk milletinin de bir İstiklal Marşının bulunması gerektiği fikri üzerine TBMM tarafından marş için yarışma açılmış, ancak başvuran yedi yüzün üzerindeki eser arasından uygun birisi bulunamamıştır. Dostları ve dönemin Milli Eğitim Bakanı Tanrıöver, İstiklal marşının Akif tarafından yazılmasını istemektedirler. Ancak Akif, sürecin yarışma biçiminde düzenlenmesi sebebiyle katılmayı düşünmemekte, nihayet beş yüz liralık para mükafatını da böylesi onurlu bir iş için uygun bulmamaktadır. Neticede, (Hasan Basri Çantay’ın da özel çabasıyla) ikna edilir, mükafatın başka bir yere bağışlanabileceği bildirilir; bu gelişmelerden sonra Akif Marşı kaleme alır. 12 Mart günü TBMM’de Tanrıöver tarafından okunan şiiri bütün milletvekilleri ayakta dinlerler; her kıta, hatta bazen her mısra arkasından heyecanla alkışlarlar, nihayet İstiklal Marşı olarak kabul ederler. Akif Ersoy, millete adadığı bu şiirin şairi olarak artık kendini görmez ve İstiklal Marşını Safahat kitabına almaz. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulduğunda “Çünkü onu milletimin kalbine gömdüm,” der.

Akif, 1923 yılı itibariyle Prens Abbas Halim Paşa’nın davetini kabul ederek Mısır’a gider. Amacı burada serbestçe çalışmak, kafasındaki eserleri gerçekleştirmektir. Ancak bunu yapamaz, çünkü gerek Mısır da gerekse İstanbul’da bulunduğu zamanlarda çevresindeki yoğun kalabalık buna izin vermez. 1925’de kendisine Diyanet İşleri Riyaseti’nce Kur’an tefsiri görevi verilir. Yaklaşık yedi yıl çalışır, ancak istediği gibi götüremediği düşüncesiyle çalışmasını yarıda keser, bu durum karşısında Diyanet aynı iş için Elmalılı Hamdi’yi görevlendirir. Ersoy, Mısır’da bulunduğu son zamanlarda siroz hastalığına yakalanır, İstanbul’a döner, iyi bir tedavi görür, ancak hastalık ilerlemiştir, 27 Aralık 1936’da vefat eder, ertesi gün çok kalabalık bir cenaze merasimiyle Edirnekapı şehitliğine defnedilir. (Ömer Rıza Doğrul, Safahat’ın tertipçisi, Safahat, sh XI-XXII) İnkılap ve Aka, 14. baskı, İstanbul 1981).

Toplumsal ve siyasi durum

Toplumların gerileme dönemleri, aynı zamanda sorunların çözümü doğrultusunda siyasi ve fikri çalışmaların da yoğunlaştığı dönemlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı da gerilemeyi tersine çevirecek, sorunları çözecek arayışlar çerçevesinde geçmiştir. Bir çok kaynağın zikrettiği gibi, çözüm çabalarının odak noktasında “Devlet nasıl kurtulur?” sorusuna cevap arayışı vardır. Bir yanlış anlamayı önlemek bakımından, devlet nasıl kurtulur, üzerine düşüncelerin, sadece bürokratik bir örgütlenme olarak devleti değil, toplumu da içeren bir devlet anlayışını esas aldığını belirtmek gerekir.

Ohannes Paşa’nın, Parvus Efendi’nin Mehmet Ali Ayni’nin, Ahmet Cevdet Paşa’nın, Ziya Paşa’nın, Namık Kemal’in, Ali Suavi’nin, Said Halim Paşa’nın bu manadaki arayışları ve teklifleri bu istikamettedir. Keza kolektif hareketler olarak Yeni Osmanlılar’ın, Jön Türklerin, İttihat ve Terakki’nin yine aynı doğrultudaki ideallere yönelik olarak oluşturulduklarını, tekliflerindeki farklılıkların toplumu, tarihi, geleceği okuma farklarından kaynaklandığını teslim etmek gerekiyor.

Akçura’nın çeşitli düşünce ve yaklaşımlara sahip bu tür kurtuluşçu hareketleri üç eksende değerlendirmesi yerinde bir soyutlamadır. O, döneme ait politik hareketleri ve tez sahibi kişileri Türkçüler, İslamcılar, Batıcılar diye üç ana başlık altında toparlamıştı. Elbette hiçbir siyasi hareket ya da kişi, bu üç eksenden herhangi birine bütünüyle indirgenemez; safların içinde çeşitli melez yapılardan ve düşüncelerden bahsetmek mümkündür; ancak bu başlıkların son tahlilde olup bitenleri anlama bakımından bizlere sağladığı kolaylıklar vardır. Ayrıca bu üç eksenin sadece geçmişte kalmadığını, bugünkü fikir dünyamızda da karşılıkları bulunduğunu söyleyebiliriz.

Bu üç hareketin de temelinde geniş bir ortaklık alanı olarak modernleşme durmaktadır. Modernleşme, merkezileşme ve standartlaşmanın temel parametreler olduğu, devletle toplumun işlevsel ve ideolojik anlamda örtüştüğü, eski dönemlerde rastlanmayan bu yeni mütekabiliyetin omurgası olarak dev bir bürokrasinin örgütlendiği bir zaman dilimini işaretler. Dolayısıyla her üç yaklaşım da kendi bakış açıları istikametinde devletle toplum arasında nüfuz edici bir bütünleşme öngörmekte, özellikle devlete ideolojik bir mihmandarlık görevi yüklemektedirler. Devletin bu şekilde tanımlanmasında aralarında mahiyet değil bir derece farkı bulunduğundan, İslamcılardan batıcılara doğru gidildikçe toplumdan da devlete doğru bir güç ekseni kaymasından bahsedilebilir; ancak bu son tahlilde bir derece farkıdır, hepsi için devlet toplumsal mühendisliğin etkili bir aracıdır.

İslamcı yaklaşım, politik ve ideolojik tezlerinin temeline İslamı, Türkçüler milliyeti, nihayet batıcılar da bir total proje olarak batılılaşmayı koymaktadırlar. Ancak her üç ekolun içinde yer alanlar, İslamın önemi, her halükarda sahip olduğu güçlü işlevi, modernleşme ile tüm toplumsal kurumlar itibariyle yüzleşilmesi gereği, makul bir difüzyon öngörüsü, 19. yüzyılla birlikte milletin yükselen bir değer oluşu konularında ortaklıklara sahiptirler. Türkiye’nin önüne “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, batı medeniyetindenim,” şeklinde bir perspektif koyan Ziya Gökalp’in hareket ettiği gerçeklik, bu kendiliğinden oluşan kaçınılmaz fikri ve pratik melezlemelerdir.

M. Akif Ersoy’u bu kategoriler içinde İslamcılığa yerleştirmek yanlış olmaz. Ancak İslamcılık da homojen bir ideoloji değildir; İslamcı adlandırması altında iki temel eğilimi belirlemek mümkündür. Bunlardan birincisi, “Batı evreni ile herhangi bir alanda ilişkiye girmeyi reddeden kitlesel refleksin ait olduğu” taassup tutumudur. Bunlar geleneği kutsallaştırırlar ve “tenkit, tahkik” gibi son derece önemli iki yöntemi görmezlikten gelirler. “Modern İslam” adı verilebilecek ikinci tepki ise, batı ile diyaloga girmeyi talep eden, onun kurum ve kurallarıyla hesaplaşan, kimini adapte eden, kimine karşılık gelecek kurumları İslam içinden çıkartmaya çalışan (şura, icma, içtihad gibi), eleştirinin asıl mekanı olarak batının entrikalarını değil Müslümanların eksikliklerini gören anlayıştır. (M. Türköne, Türk Modernleşmesi, Lotüs, Ankara 2003, s. 319-20). Mehmet Akif Ersoy, bu iki ekolden ikincisine aittir. Ersoy’un bu manadaki görüşlerini anlama bakımından kimi konuşmalarındaki ifadelerin altını çizmek gerekir:

Batının iki yüzü:

Ersoy, bütünüyle bir batı karşıtlığı içinde değildir; ancak onların sömürgeci siyasetleri ile insani dünyaları, gelişmişlik düzeyleri arasındaki derin çelişkiyi de bilmektedir. Elbette sömürgeci siyaseti eleştirirken, diğer dünyaya karşı son derece yakın kanaatlere sahiptir. Batının bu iki yüzünü işaret eden çeşitli yorumları arasından, Paris’te Hersekli Hoca Kadri Efendi’yi ziyaretini bir anekdot olarak zikretmek uygun olur:

“Ersoy her açıdan büyük saygı duyduğu Hersekli Hoca Kadri Efendi’ye sorar: “Avrupalıları nasıl buldun? – Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır, evet, pek çok güzel şeyleri vardır. Lakin şunu bilmelidir ki, o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır.”

Hakikat hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkar olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki şu terakkileri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.” (Milli Mücadelede Mehmet Akif Kastamonu’da, Haz. Mustafa Eski, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1983, s. 6)

Bu anekdot, kendisine “Batı medeniyeti nedir?” diye sorulan Gandhi’nin cevabıyla da benzerlikler taşımaktadır: “Güzel bir fikir.”

Ersoy, teknikte ve bilimde batı medeniyetine mutlak surette ülkemizin yetişmesi gerektiğini belirtir. Bu güzergahta önümüzdeki örnek batıdır. Neler yapmamız gerektiğini konusunu da batı ile Müslümanları mukayese ederek şöyle ortaya koyar:

“Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara (batılılara) yetişemezsek yaşamamıza, bize, Allah’ın emaneti olan İslam Dinini yaşatmamıza imkan yoktur. Biz Müslümanlar, bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Gevşekliğe, eğlenceye, ahlaksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar, alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki, denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Göklerde ordular dolaştırıyorlar... (Onların) neleri varsa hepsini elde etmek için çalışmak Müslüman fertlerin her birine farzı ayindir.” (A. g.e., s. 10-11)

Ersoy’un bu vadide Müslümanlara getirdiği eleştirilerini bir de şiiriyle örneklendirelim:

“Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun;

Onun hesabına birçok hurafe uydurdun.

Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,

Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya.

(Fatih Kürsüsü, 4. kitap)

Ersoy, Batının son derece planlı programlı hayat tarzına da işaret ederek Müslümanların da öyle davranmasını talep eder. Batının bu niteliğini yine bir vaazında şu şekilde belirtir:

“Yanılıyorsunuz. İş öyle değil. Avrupalılar yalnız bugünü, bugünkü hadiseleri seyretmekle kalmazlar. Onlar yarını, gelecek seneyi, hatta gelecek asrı, hatta birkaç asır sonunu tahmin etmek, hesap etmek isterler...” (s. 26).

Ersoy’a göre Müslümanların gerileme nedenlerinden birisi de aralarındaki birliği bozacak şekilde kavmiyetçiliğin peşine düşmeleridir. Bu konudaki kanaatlerini ortaya koyduğu bir vaazında şöyle söyler:

“Ey cemaati müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek herkes kendi başının derdine, endi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. .. Müslümanlık bağı ırkı, iklimi, lisanı, adetleri, ahlakı büsbütün başka olan bir çok kavimleri birbirine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak İslavlığını, Arnavut Latinliğini, Pomak Bulgarlığını... kısacası her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak Müslüman halifesinin etrafında toplanmış, kelimetullahı yükseltmek için canını, kanını, bütün varını güle güle koşa koşa feda etmişti. Fakat sonraları aramıza Avrupalılar tarafından türlü şekiller altına ekilen fitne, tefrika, fesat tohumları, bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeye, dallanmaya, budaklanmaya başladı. O demin söylediğim bağ gevşemeye başladı...” (s. 17-18).

Ersoy’un Batının sömürgeci siyasetine karşı değerlendirmelerindeki bir yöntemi, eleştirilerini akılcı bir temele oturtmak, maddi yönüne ilişkin örnekler sunmaktır.

“Yetmiş sene evvel bir Hintli günde bizim para ile kırk para kazanırken, bugün bu kazanç on beş paraya inmiştir. Bununla beraber zavallı Hintli, İngiliz’den üç kat fazla vergi verir... Seksen milyon Hintli için tek bir lise mektebi vardır... Cezayir’de, Tunus’ta, Fas’ta, Müslümanlar bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikten başka Fransızların koydukları kapı, pencere vergilerini verirler... Otlakları Fransızlar tarafından gasp edilir...” (s. 31-2)

Ersoy, zaman zaman Batılı meşhurların İslam dünyasına ilişkin yorumlarını eleştirellikle birlikte moral bozmayacak, kendilerine güveni destekleyecek tarzda dile getirir:

“Güstav Le Bon, demiş ki: Canım efendim beni meraktan kurtarınız. Bu nasıl oluyor? Ben Arap medeniyetini, İslam medeniyetini senelerce tetkik ettim. Şarkı hayli dolaştım. Şeriatınızı epeyce biliyorum. Bakıyorum ki, Allah peygamberlerin en akıllısını size göndermiş, kitapların en iyisini sizin elinize vermiş. İklimlerin en latifi, toprakların en zengini, insanların en uysalı, en zekisi sizde bulunuyor. Böyleyken nedir bu sizin haliniz? Nedir bu sizin sefaletiniz? Mümkün olsa da size, beş altı sene Şeyh ül İslamlık etsem memleketinizi cennete çevirirdim.” (s. 48).

Akif’in ülke adına kurtarıcılık misyonunu yüklediği nesil Asım’ın neslidir. Bu neslin özelliklerine ilişkin tespitleri ilgi çekicidir. Kadri Timurtaş’ın ifadesiyle;

“Asım, vücudu gibi imanı da kuvvetli, hassas, irfan sahibi, ahlaklı, müspet ilimler okumuş bir gençtir. Milletin yükselmesi için gereken iki kudret bilgi ve fazilettir. Biz faziletten uzak düştüğümüz gibi son üç asrın bilgisinden de habersiz bulunuyoruz. Fakat, fazilet devirleri gerçekten parlak bir büyük bir milletin çocuklarıyız. Asım’ın nesli Avrupa’da tahsil görecek, oranın kaynaklarından en geniş şekilde faydalanacak, bunları yurda taşıyarak üç yüz senelik ilim kaybını kapatacak. Böylece, faziletimiz bilgiyle beslenince, en ileri bir millet haline geleceğiz.” (F. Kadri Timurtaş, Cemiyetçi Şair, Mehmet Akif Ersoy’a Armağan, Selçuk Üniversitesi, Konya 1986, s. 11)

Bir ahlak adamı olan Ersoy’un Doğunun tefekküründe önemli yer işgal eden ahlakçılara karşı ilgisi büyüktü. Bunlardan birisi, aynı zamanda meslekten olan şair Şirazlı Sadi’dir. Tarık SOMER’e göre;

“Akif’i hayatının sonuna kadar etkileyen şair Şirazlı Sadi olmuştur. Sadi’nin insanoğlunun zayıf taraflarını dile getiren, terbiye kurallarına kıymet veren, sosyal hayatın aksayan yönlerini tasvir eden hikayeleri hoşuna gidiyordu.” (Ölümünün 50. yılında Mehmet Akif Ersoy’u Anma Kitabı, Ankara 1986, Açış Konuşması, Tarık SOMER, Rektör, s.2)

M. Akif Ersoy’un, dönemin popüler modernist İslamcılarından Cemaleddin Efgani hakkında kaleme aldığı iki makaleye bakıldığında son derece övücü davrandığı, Mısırlı müftü Muhammed Abduh’u onun en önemli eseri saydığını görürüz. (s. 32-39, (Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında çıkan) Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990). Ersoy Efgani ile hiç karşılaşmamıştır, ancak onun modern dünya ile yüzleşen İslam telakkisine yakın durmaktadır. Herkesin bildiği o meşhur mısrada “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” derken, benzer bir perspektifi ortaya koymaktadır.

Burada yeri gelmişken, Efgani ve Abduh gibi durduğu siyasi çizgiyi ifade eden bir şiirine kulak vermek uygun olacaktır:

Mısır’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abdu

Konuşurken neye dairse Cemaleddin’le,

Der ki tilmizine Efganlı:

- Muhammed, dinle!

İnkılab istiyorum, başka değil, hem çabucak,

Öne bizler düşüp İslamı da kaldırmazsak,

Nazariyyat ile bir şeyler olur, zannetme

O berahimi de artık yetişir dinletme!

Çünkü muhtac-ı Tezahür değil üstadın...

Gidelim, bir yere, hatta şu bizim Sudan’a,

Yeni bir medrese te’sis edelim Urbana,

Daha üç beş de faziletli mücahid bulalım

Nesli tehhib ile, i’la ile meşgul olalım.

Çıkarıp gönderelim, hasılı şeyhim yer yer

Oradan alem-i islama Cemaleddinler,

Bu fakat yirmi yıl ister ki, kolay görmüyorum

Yirmi günlük işe bak sen...

- Kulunuz ma’zurum

İnkılab istiyorum, ben de, fakat Abdu gibi

(Asım)

Ersoy’un farklı fikirlere karşı son derece müsamahakar bir tavrı (Günümüzün diliyle söyleyecek olursak demokrat tavrı) vardır. Hatta bu müsamahakarlık dini konulardaki bilgisizliğin eseri olan tuhaf yorumları kapsayacak ölçüde de geniştir. Dozy’nin meşhur “İslam Tarihi” isimli kitabını, herhalde kendi yaklaşımına da uygun bulduğu için çeviren Abdullah Cevdet’e ilişkin sözleri bu manada dikkat çekicidir.

“Abdullah Cevdet Efendi’nin tercüme etmiş olduğu Tarih-i İslam’ını (Dozy’den) müdafaa hevesiyle yazıp gazetenizin başına geçirdiğiniz uzun etekli, geniş kollu makaleyi tanıdıklarından birinin ihtarı üzerine okudum... Evvela şunu söyleyeyim ki bendeniz kimsenin akidesine müdahale etmek, kimsenin telakkıyat-ı vicdaniyesini teftişte bulunmak itiyadında değilim. Zaten Müslümanlık hiçbir ferde başkalarının itikadını teftiş hakkını vermemiştir; vicdan casusluğunu Kur’an sarahaten men’eder. Ahad şöyle dursun, Peygamber’de bile kulub-ı ümmet üzerinde murakebe hakkı yoktur. Kim, ben Müslümanım derse, nezd-i risalette Müslüman tanınır. Demek isterim ki şahsını şimdiye kadar hiç görmediğim Abdullah Cevdet Efendi acaba mü’min muvahhid midir? Yoksa mülhid midir? Sorup öğrenmek aklıma bile gelmemişti. Zaten bu seviyedeki adamların imanından bir şey kazanmayan Müslümanlık tabii ilhadından da asla müteessir olmaz.” (Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında çıkan) Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 8-9).

Ersoy, şairliğini, sanatkarlığını bir misyon çerçevesinde görür. Onun derdi, milletinin, İslam aleminin kalkınması, gelişmesi bu zelil vaziyetten çıkmasıdır. Söz, bunu gerçekleştirmek için vardır.

Bir şiirinde şöyle der:

“Hayır, hayal ile yoktur benim alış verişim;

İnan ki her ne söylemişsem görüp de söylemişim,

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek;

Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.”

Fatih Kürsüsü, 4. Kitap

Bizler Akif’in zamanına yetişemedik. İnsanların şiirlerini, yazılarını, fikirlerini bir ölçüde de onların canlı gerçekliği içinden kavrarız. Safahatı okuyan bizim sesimizdir, Akif’in değil. Her okuma biçimi nasıl anlamın bağlamına yeni sınırlar çizerse, şairin kendi sesi de sözle bağlamı başkalarına nispetle daha fazla bir araya getirir. Akif’i görmemiş olsak bile Taceddin dergahı ziyaretlerinde onun gündelik hayatını nasıl yaşamış olduğunu hayal edebilir, sesine ilişkin ise Mithat Cemal’in şu sözlerini hatırlayabiliriz:

“Üç esaslı sesi var: konuşma sesi, erkek sesi, müstehzi sesi. Bakarsınız, binlerce kaari ile iki kişi imişler gibi en ufak sesle konuşur. Sonra bakarsınız, bu kadar hafif sesle konuşan şair bir şehname kahramanının büyük sesiyle haykırır. Yahud yeni yaralanmış bir aslanın çığlığıyla bağırır. Sonra bakarsınız, içinde aslan ağzı açılan bu sesin şairi öksürüklü, ihtizazlı bir istihza sesiyle konuşur. Nihayet bakarsınız, kahraman sesi, konuşma sesiyle karışarak bir muhaverenin nisabını geçmiyen bir hamaset tonu alır...

Altı yedi Türkçe bilirdi: tekke, medrese, Tanzimat, Servet-i Funün,ev ve sokak Türkçesi.”

Mithad Cemal

Aynı dil dahi kendi içinde katmanlara sahip. Safahat’ı bu kadar canlı kılan, anlamın tüm katmanlarına nüfuz etmek için tüm bu dilleri seferber eden, yerli yerinde kullanan şairinin marifetidir.

Sözlerimi, zamanı yorumlayan, batı ile doğuyu karşılaştıran, Müslümanları eleştiren, onları göreve çağıran, tüm bunları yaparken o zor zamana rağmen umudu her zaman dile getiren şairin bu manadaki mısralarıyla bitiriyorum:

“Karşında ziya yoksa, sağından, ya solundan

Tek bir ışık olsun buluver, kalma yolundan

Alemde ziya olmasa halk etmelisin halk

Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam, kalk!”

Hakkın Sesleri.

*Sırat-ı Müstakim 27 Aralık 1908’de yayın hayatına başladı, 8 Mart 1912’de 183. sayı ile birlikte adını Sebilü’r-Reşad olarak değiştirip yayınına devam etti. Bu süre içinde haftalık olan bu derginin sahibi Eşref Edib, baş yazarı Mehmet Akif’ti. Sebilü’r- Reşad 183’ten 641’e kadar çıktı. Haftalıktı, bazen on beşgünde bir çıktığı da oluyordu. Bazı sayıları Kastamonu, Ankara ve Kayseri’de yayınlandı. Siyasi, ilmi, edebi, ahlaki yazılar yayınlandı. (Yayına hazırlayan: Dr. Abdülkerim Abdülkadiroğlu) (Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında çıkan) Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990).

kaynak:http://www.tbmm.gov.tr/kultur_sanat/12mart/bildiriler/bostanci.htm