31 Ocak 2008 Perşembe

BİR DEVRİM YAŞANACAK




BİR DEVRİM YAŞANACAK



Sistemler ve medeniyetler, aynen canlılar gibidir; doğup büyümekte, gelişip güçlenmekte, yaşlanıp çöküşe geçmekte ve sonunda tükenip ölmektedir.

Evet, her "Kemal"in bir "zeval"i, her zirvenin bir inişi kesindir ve kaderdir. Yani bir medeniyetin zirveye ulaştığı ve en güçlü sanıldığı dönem, aynı zamanda onun yıkılışının da ilk işaretidir.

Öyle ise bekleyin, yakında bir devrim yaşanacak...

Şerli ve şeytani Barbar Batı aygırlığı yıkılacak, insani ve rahmani düşünceli bir Doğu uygarlığı sahneye çıkacak.

İmanla aklın, ilimle ahlakın, İslam`la insanlığın imtizaç ve ittifakından doğan bir saadet dönemi başlayacak.

İkiyüzlü marazlıların; çürük özlü, süslü sözlü masonların; devrim simsarlığı ve Din istismarıyla geçinen münafıkların sömürü saltanatı son bulacak... Net ve samimi müminlerle, mert ve medeni gayrimüslimlerin uzlaşacağı bir huzur ve hürriyet sistemi uygulanacak.

Askerler silahlarına güvenip, sivil erlere tepeden bakmayacak. Cumhur Cumhuriyetine sahip çıkacak. Halk, artık güdümlü sürüler ve demokrat yaftalı köleler olmayacak.. Kimse kimsenin başörtüsüyle, saç örgüsüyle uğraşmayacak.

Manda kafalıların ve AB hayranlarının aklı yatmasa; Ilımlı İslamcıların, Haçlı tarikatçıların, radikal şeriatçı geçinen sahtekârların imanı yetmese de; bu devrim yaklaşıyor, yaşanacak.

D-8`ler, Çin ve Rusya`yı da yanına alacak; Hindistan ve Güney Amerika`da bu kutlu kervana katılacak.. Amerika ve Avrupa emperyalizmi ve Yahudi siyonizmi Ortadoğu`da batacak ve boğulacak. İsrail çıbanı deşilip dağılacak..Türkiye merkezli, insan eksenli ve İslam (barış ve hayırda yarış) endeksli yeni bir dünya kurulacak.. Adil ve laik bir sistem, asil ve demokratik bir toplum, kamil ekonomik bir düzen oluşacak..

Mustafa Kemal tarafından başlatılıp bitirilemeyen, O`nun şüpheli ölümünden sonra İsmet İnönü, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Tayip Erdoğan`lar eliyle adım adım saptırılıp dejenere edilen ilke ve inkılaplar, hem de şeklen değil şuuren, tekrar tamamlanıp hedefine ulaşacak.. Böylece Hz. Muhammed`in asırlar öncesinden müjdelediği, tüm dünyanın cennete dönüşeceği "Mehmetçik rehberli bir merhamet medeniyeti" gerçekleşmiş olacak..

Bu mutlu devrim ve değişim esnasında, Ehli kitabın, Yahudi ve Hıristiyanların iz`anlı ve insaflı takımı da Türkiye`nin yanında, yani haklı ve hayırlı safta yerini alacak.. Böylece, yalnız mağdur Asya ve Afrika halkları değil, Avrupa ve Amerika`daki insanlar da, mağrur ve mel`un merkezlerin haksızlık ve ahlaksızlık kıskacından kurtulacak..

Bu gibi tarihi devrim ve dönüşümler, ya büyük felaketlerin neticesinde veya büyük liderlerin öncülüğünde gerçekleşiyor. Dünyamız ise, her ikisine birden sahip olmanın, hem sancısını hem avantajını yaşıyor.

Sadece Türkiye`mizde değil, sadece bölgemizde değil, bütün yeryüzünde ve tüm ülkelerde, bu tarihi ve talihli devrimin psikolojik, sosyolojik, ekonomik, politik ve teknolojik her türlü alt yapısı ve stratejik detayları, yıllar süren çalışmalar sonucu hazırlanmış bulunuyor.. Hem de, dünyadaki Siyonist sömürü sisteminin güdümündeki kabuk iktidarlar ve mevcut kurumlar eliyle bu işler yaptırılıyor. Çünkü, deri altındaki yarayı iyileştirecek tedbir ve tedavileri uygulamadan, görünürdeki kabukları kaldırırsanız, yaranın mikrop kapıp kötüleşeceğini, ama içteki yaralar iyileşince, dıştaki kabukların kendiliğinden dökülüp düşeceğini çok iyi bilen, kutlu bir lider bu süreci yönetiyor.

Bir insan bedeninin her yerine sirayet etmiş kanser hücreleri misali, beşeriyet bünyesine yerleşmiş Siyonist şebekeleri tamamen tesirsiz hale getirecek, çok dikkatli ve rikkatli (şefkatli ve ince düşünceli) bir tabibin titizliğiyle hareket ediyor.

Evet, süper güç olmak için, ekonomik güç kesinlikle önceliklidir, ama yeterli değildir... Eğer yeterli olsaydı, Almanya süper güç sayılacaktı..

Süper güç olmak için, teknolojik güç elbette çok önemlidir, ama yeterli değildir.. Şayet yeterli olsaydı, Japonya süper güç rolü oynayacaktı..

Süper güç olmak için, silah sanayi, askeri ve nükleer güç gereklidir, ama yeterli değildir.. yeterli olsaydı Çin ve Rusya meydanı Amerika`ya bırakmayacaktı...

Süper güç olmak için, nüfus yoğunluğu ve demografik durum her halde önemlidir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı, örneğin Hindistan süper güç olarak ayağa kalkacaktı..

Süper güç olmak için, jeopolitik konum ve stratejik durum oldukça önemli ve gereklidir, ama yeterli değildir.. Yeterli olsa, Türkiye bu zillet ve sefaleti yaşamayacaktı..

Çünkü süper güç olmak için; ekonomik, psikolojik, teknolojik, demografik ve stratejik bütün bu değer ve dinamikleri: dünya dengelerini değiştirip düzeltecek şekilde kullanabilen süper bir beyine, her bakımdan birikimli mükemmel bir bilgeye, tek kişilik ordu gibi, zulüm ve sömürü çetesini çaresizliğe itecek dahi bir şahsiyete ihtiyaç vardır.

Ve işte Türkiye`nin ve dünyadaki mazlumlar aleminin şansı, böyle bir öndere sahip olmaktır.

"Dört T" formülü olarak sıralayabileceğimiz:

1-Tabii, coğrafi ve jeopolitik avantajı

2-Tarihi medeniyet mirası

3-Talihli fırsatları, Türk Cumhuriyetleri ve İslam ülkelerindeki saygınlığı yanında

4-Tecrübe ve tedbir sahibi bir süper beyne malik Türkiye`nin, artık atağa kalkma ve kaderin yüklediği misyona sahip çıkma zamanıdır.

Barbar Haçlı Batı aşıklığını ve gaddar Siyonist İsrail uşaklığını, defalarca ispat eden AKP`nin, son bir akreplikle:

a)Ilımlı İslam (yani ABD ve AB emperyalizmiyle uyumlu) kafalı bir YÖK Başkanı eliyle,

b)Ve Anayasa Mahkemesine şahsen başvuru yapabilme yolunu açmak suretiyle, böylece kendileri riske girmeyip, sözde bireylerin yoğun talebi ve yüksek mahkemenin müsaadesiyle;

Üniversitelerde başörtüsü yasağını delme, ama diğer devlet dairelerinde ve orta öğretimde bu haksız ve dayanaksız yasağı yasal hale getirme ve üstelik bununla sahte kahramanlık havası estirip oy devşirme girişimleri de tutmayacak; Müslüman halkımızın mağduriyet ve mahrumiyetlerini daha fazla istismar ve suistimal etmelerine fırsat tanınmayacaktır.

Türbanlı lise öğrencisi Edip Büşra Doğan`a TÜBİTAK ödülünü veren Bakanlık Müsteşarı ve onu getiren öğretmeni hakkında soruşturma başlatmak suretiyle, AKP`nin sahtekârlık ve korkaklığını ortaya koyan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik gibilerin siyasi saltanatı son bulacaktır.

Daha önce şerh koyup şov yapanların, şimdi YAŞ kararlarını hiç beklemeden imzalanmasına ve başbakanın İsrail`in terörist başını Millet Meclisinde İslam`a küfrettirip 350 milletvekiliyle ayakta alkışlamasına hikmet ve mazeret uyduran ve bütün bunların suçunu tam bir şarlatanlıkla Ordumuza yıkmaya çalışan, sözde radikal İslamcı medya münafıkları hoşlanmasa da... Daha önce Yahudi ve Hıristiyanların ve İslam düşmanlarının himayesine girmeyi ve tağutların yaptığı yasalardan istifade etmeyi küfür sayan, ama şimdi AB`ye girmek için can atan AKP`yi hararetle destekleyen ve herkesten ziyade demokratikleşmek isteyen, sözde radikal şeriatçı ucuz kahramanlar kıvırsa ve kıvransa da..

İlahiler dinleyip gözyaşı döken, Peygamber ve sahabe hikayeleri okuyup ahu vah çeken ve papağan gibi şuursuzca zikir tekrarlayıp kendisinden geçen, ama; Irak`ı ve Afganistan`ı işgal edip milyonlarca masum Müslümanı katleden ABD`ye dua ve destek veren, Kur`anın, dört kitabın ve cümle enbiyanın lanetlediği Siyonist İsrail`e hizmet eden; zinayı suç olmaktan çıkarıp, misyonerlere kolaylık gösteren; ya bedel ödemeye değer görmediğinden veya imanı ve aklı yetmediğinden, başörtüsü ve İmam Hatip zulmünü önleyici ciddi ve cesaretli hiçbir gayret göstermeyen iktidarlara oy verip arka çıkan ve üstelik bir kucak sakalından, on kulaç sarığından ve peçeli çarşafından da utanmayan bazı tarikatçılar taraf olmasa da...

Çağdaşlaşma ve aydınlanma kılıfı altında, tüm manevi bağlardan koparak ve ezan duymuş şeytan gibi İslam`dan ve Kur`andan kaçarak, Atatürk`ü de kendilerinin rehberi gibi göstermeye çalışarak, maymun soyundan geldiklerine inandıklarından, "Gelişmiş ve modernleşmiş bir hayvan gibi" keyfince yaşamayı ilericilik sayan ve daha da gülünç olanı: barbar Batının ürettiği Darwinizm, kapitalizm, komünizm ve liberalizm gibi kavram ve kurgulara kapılıp savunduğu halde, Batıya karşı duracağını sanan zavallı tabiatçılar tepinip karşı çıksa da..

Ve hatta: Milli Görüşte dava kurmaylığı, bazı kentte il başkanlığı ve Milli Gazete köşe yazarlığı yapıp; sık sık, "Gülü seven dikenine katlanır" "First Leydi Hanımefendi, başörtü biçimini Paris`teki ünlü modelistlere hazırlatmalıdır" "CHP`ye karşı, kardeşlerimize destek çıkılmalıdır" mesajlarıyla, hala AKP`ye ve dolayısıyla şeytani güç mahfillerine yalakalık peşinde koşan nankörler takımı, ve Hoca hayranı geçinip, aslında Hak`tan ve Hoca`dan umutlarını kestikleri, ve güçlü gördüklerine tapınıp perestiş ettikleri için: "AKP Erbakan`ın kontrolü altındadır, bütün uyguladıkları Hoca`nın programıdır ve bunlar hayırlı yoldadır" iddialarıyla bu döneklerin bütün hıyanet ve rezaletlerinin günahlarını ve faturasını Erbakan`ın sırtına yüklemekten sinsi bir haz duyan ve yıllarca aleyhlerinde konuşup yazdıkları münafık ve marazlı kesimlerle ve AKP`li döneklerle şimdi aynı safta ve safsatada buluşan bilgiçlik budalaları haset ve hırsından çatlasa da...

Tarihin tabii seyrini, kaderin ezel ve ebed projesini hiçbir güç değiştirip bozamayacak ve milyarlarca mazlumun gönül sesini ve temennisini duyarak, medet ve merhamet buyuran Allah, vadini mutlaka tamamlayacaktır.

Ayrı ayrı dinden ve görüşten bütün inanışların; Farklı kültür ve kökenden bütün insanların, birlikte barış ve bereket içinde yaşayacakları adil bir düzen kaçınılmazdır.

Hiçbir ülkeye ve hiçbir ülküye zorlama ve dayatma yapılmayacaktır. Muhammed Muhtar Han`ın dediği gibi:

"Her ülkenin bünyesi, değişik bir mevsim gibidir. Kültürü ise, her mevsimde yeşermeyen narin bir çiçek misalidir.

Eğer dışarıdan başka çiçekler ithal edilmeye veya bir ülkenin mevsimi, o yeni çiçeklere göre değiştirilmeye kalkışılırsa; artık bu suni mevsimde yerli çiçek yetişmeyecektir.

Yabani çiçek için, tabii mevsimleri değiştirmek büyük risktir; bu yanlış ve yararsız uygulamanın, o ülkede getirdiklerinden çok daha fazlasını götürdükleri acı bir gerçektir.

Bırakın da her mevsimin çiçeği, kendi ikliminde kalsın; çünkü doğru olan, her çiçeği, kendi ülkesinde ve kendi ikliminde sevmektir."

Bu merhamet medeniyeti, manevi boşluk ve dünyevi sarhoşluk içinde kıvranan Batılıları da kucaklayacak ve kurtaracaktır.

Protestan ve Avengelik mezhepleriyle Batı dünyasını Hıristiyan ahlakından, aile hayatından ve ahiret inancından koparıp, materyalist ve darwinist felsefeyle yozlaştıran Siyonist Yahudi tahribatı sonucu, bugün Avrupa ve Amerika, mutsuz ve umutsuz kalabalıkların kıtalarıdır. Irak`ta, Afganistan`da, Asya ve Afrika`daki işgal ve zorbalıkla sömürdükleri servetlerle zenginleşen; mazlum ve mağdur insanların kanı ve gözyaşı üzerine varlığını sürdüren bu uygarlık yaftalı barbarlık düzeni artık yıkılmalıydı ve yıkılacaktı. Bütün insani, vicdani ve ahlaki değerleri çürütülen ve uzaktan kumandalı robotlara çevrilen kalabalıklar, yeniden insanlığının farkına ve tadına varacaktır.

Şiir:

Yoktur başka çaresi; bir devrim yaşanacak

Çün doğal bir süreçtir; bu devir kapanacak

Zulmün, küfrün kökünü; çok derin kazıyacak

Hayra, huzura doğru; bir evrim başlayacak

"Efendim, bütün bunlar, hakikatten uzak, hamasi tepkiler ve hayali beklentilerdir. Süper güç ABD`nin görkemli birikimlerine ve Siyonist Yahudilerin gizli hakimiyetine kafa tutmak ve kazanmak asla mümkün değildir" diyecek olanlara yani en güçlü ve güvenilir makam olarak Rahmanı değil, şeytanı tanıyanlara ise, cevabını yine aynı zat veriyor:

"Siz eğer, gökleri gezip, dünyanın üzerinde duran nurlu çadırları, yenilmez ve onurlu bahadırları görebilseydiniz.

Kaderin göklere bağlı olduğunu bilir, "Atom"ları ve "Fantom"ları galibiyet ve kıyamet sebebi zannetmezdiniz..

Sadece boşluk olarak görüp, gezegen ve galaksilerdeki muhteşem alemlerden bakar-kör gibi gafil kaldığınız bu göklerin, yeryüzündeki "gizli iktidar"ını sezebilseydiniz: Kainatın o eşsiz mimarına titreyerek secde eder ve Hakkın zafer ve hakimiyet müjdesini dört gözle beklerdiniz."

Bu nedenle, iz`an ve vicdan sahibi herkesi, Siyonist ve emperyalist çeteyi değil, adaletli ve insaniyetli bu cepheyi desteklemeye çağırıyoruz. Freni patlamış, motoru çatlamış, ve girdiği son virajda uçuruma sürüklenmeye yaklaşmış Amerikan arabasından inip, Nuh`un gemisine binmelerini bekliyoruz.

Nuh Suresi 23. ayetinde:

"(Allah elçisinin haklı ve hayırlı davetine karşı çok büyük ve acımasız tuzaklar ve komplolar kuran, zulüm ve küfür düzeninin elebaşları, kendi halkına dediler ki: Sakın ilah edindiğiniz putlarınızı (ve ahlaksızlık nizamınızı) bırakmayın. Vedd, Suva`, Yeğus, Yeauk, ve Nesr`i terk edip "Nuh`un peşine takılmayın" dedikleri anlatılıyor. Bu ayette geçen putlardan:

Vedd: Erkek heykeliydi ve serveti temsil ediyordu.

Suva`: Kadın biçimindeydi ve şehveti temsil ediyordu.

Yeğus: Görkemli bina üzerindeki yırtıcı aslan şekliydi. Saldırı ve kuvveti temsil ediyordu.

Yeauk: At ve araba heykeliydi, binekleri ve farklılık fantezisini temsil ediyordu.

Nesr ise: Kartal resmiydi, kahramanlık alametini, şan ve şöhreti temsil ediyordu.

Ve dikkat ediniz, Müslüman bilinenler dahil, bu günkü kalabalıkların tapındıkları da genelde bu beş puttan oluşuyordu. İşte biz insanları putların ve tağutların esaret ve zilletinden, İslami umut ve mutlulukların izzetine davet ediyoruz.

Ve bu tarihi çağrımızı Yüce Yaratıcının bütün insanlara son kurtuluş mesajı olan; Tevrat ve İncil`in ve bütün kutsal metinlerin hakikatini içinde barındıran Kur`anın şu ayetleriyle bağlamak istiyoruz:

"(Allah`ın vadine ve kudretine akıl erdiremeyen ve sömürü saltanatlarının yıkılmasını istemeyenler) derler ki: Eğer doğru söylüyor (boş hayallerle kendinizi avutmuyor)sanız, şu (müjdeleyip ve bekleyip durduğunuz) fetih ve zafer ne zamanmış? (Onlara) Deki: (İlahi adaletin gerektirdiği ve haber verdiği bu devrim ve değişim mutlaka ve pek yakında gerçekleşecek. Ne var ki:) O fetih ve zafer günü, (daha önce zalimlerden taraf olup) Hakkı inkar edenlere, (bu mutlu gelişmeleri görmeleri ve çaresiz) iman etmeleri, kendilerine hiçbir yarar sağlamayacak ve onlara bakılmayacaktır.

Bu yüzden, sen (Haksız ve ahlaksız gidişatta inatçı) olanlardan yüz çevir, (huzur ve şuurla, Allah`ın vadini ve müjdesini, zulüm ve sömürü düzenlerinin yıkılış haberlerini) gözleyip beklemeye koyul (ve zaten) onlarda, kesinlikle (ve sonlarını sezmiş olmanın tedirginliği içinde) bekleyip duruyorlar." (Secde: 28-30)

Ve Sebahattin Önkibar insaflı bir yazar sorumluluğu ve Milli bir duyarlılıkla şunları soruyordu:

28 Şubat neden oldu ve Erbakan`ın suçu neydi?

28 Şubat sürecinin hemen akabinde Genelkurmay Başkanlığına atanan Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu`na sormuştum:

- 28 şubat süreci devam edecek mi?

Org. Kıvrıkoğlu:

- "Kuşkunuz mu var? Elbette edecek."

- Ne zamana kadar devam eder:

- "Gerekirse bin yıl sürecek."

Bugün sürmediğine göre demek ki 28 Şubat`ın gerekçeleri şu an için söz konusu değildir.

Peki 28 Şubat`ın gerekçesi neydi? Yapılan post-modern darbe ne içindi?

1) Başbakanlık konutuna mesai saati dışında misafir olarak bazı tarikat mensupları çağrılmıştı.

2) Başbakanlık konutunda verilen yemekte Güven Erkaya`nın rakı istemi karşılanamamıştı.

Başka bir gerekçe var mıydı?

Soyut iddialar çoktu da, somut bir şey bulunamamıştı.

Mesela Erbakan Hoca, bugünkü gibi devleti ele geçirmek gibi bir çabanın içinde olmamıştı.

Bürokraside siyasal İslamcı kadrolaşmanın zerresi yaşanmamıştı.

Yargıya adam yerleştirmek bahis konusu bile yapılmamıştı.

Kendi zenginini, kendi medyasını, kendi burjuvazisini yaratmak gibi bir teşebbüse de kalkışmamıştı.

Sayın Erbakan`ın saygıdeğer merhume eşleri Nermin Erbakan Hanımefendi, başörtülü olmalarına karşın, türban hiçbir zaman devlet protokolünün bir parçası olmamıştı.

Devletin en temel stratejik kurumları, özelleştirme adıyla yabancılara peşkeş çekilmiyordu.

Kıbrıs`ta zerre ödün yoktu.

K.Irak`ta Türkiye`nin vazgeçilemez kırmızı çizgileri korunuyordu.

İç ve dış politikada, AB-ABD-İsrail teslimiyetine tenezzül edilmiyordu.

Dahası, ekonomide de Türkiye, abartısız son 30 yılın en iyi dönemini yaşıyordu. PKK`ya bugünkü gibi af teşebbüsü de yoktu ve terör geriliyordu.

Diyeceksiniz o yoktu, bu yoktu ve her şey iyi idiyse, o zaman 28 Şubat süreci neden vardı?

Bu sorunun cevabını ben değil, 28 Şubat`a imza atanlar ve o teşebbüsü, "olmazsa olmaz" diye kışkırtanlar vermelidir.

Ne dersiniz, "Kürt meselesinde hata yaptık" diyen bazı generallerin, şimdi "Erbakan Hoca`ya da yanlış yaptık ve özür diliyoruz" demeleri gerekmiyor mu?

"Hayır gerekmiyor" diyorlarsa, o günleri bugünlerle, yani var olan tabloyla kıyaslamalarını istiyoruz... O günün soyut iddiaları, bugün somut olarak var değil mi? Tersine dün akla dahi getirilmeyen türlü densizlikler bugün yürürlükte değil mi?

O zaman, ya dün müdahale ederek hata yaptınız, ya da bugün susarak hata yapılmaktadır

Muhataplarına soruyorum, cevap verin hangisi hatadır?

Kuşkusuz amacımız, elbette yeni bir müdahaleye kışkırtıcılık yapmak şeklinde anlaşılmamalıdır.

Söylemek istediğimiz, Erbakan Hoca`ya yanlış yapıldığı ve bugünkü ortama bu şekilde iklim yaratıldığıdır..

Diyeceksiniz ki, Erbakan Hoca o kadar da masum değil, D-8 olayını hatırlasana?

Yapmayın, Sayın Erbakan`ın en doğru işlerinden biri oydu.. Nitekim bunu bugün generaller de kabul ediyor... Dahası, Erbakan`ın 28 Şubat`ta ABD-İsrail desteğiyle devrilmesinde, D-8`leri kurmasının da payı vardı.

Anlayamadığım bir başka şey de; RP ve FP`nin neden kapatıldığıdır?.. Söyler misiniz, RP ve FP, AKP`den çok mu radikaldi.. Tersine, AKP`nin yaptıkları ile onlardan çok daha keskin olduğu ortada.. Demek ki Türkiye`de hukukun gücünden ziyade, gücün hukuku söz konusudur.

Son söz; Prof. Erbakan da eğer birileri gibi, bir yerlere karşı korunma için Beyaz Saray`a koşmuş olsaydı, emin olun bütün olanlar başına gelmeyecekti... Ama o, bunu yapmadı ve milli olmanın bedelini ödedi... Hadise budur...7

BİR FIKRA O ÇOK İYİ

Adamın biri Afrika'da safariye çıkarken yanına minik köpeğini de almış. Minik köpek bir gün ormanda dolaşıp, kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken kaybolduğunu fark etmiş. Ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki karşıdan bir leopar geliyor ve belli ki günlük yiyeceğini arıyor. "Şimdi başım dertte" diye düşünmüş minik köpek. Etrafına bakmış yerde kemik parçalarını görmüş. Hemen arkasını leoparın geldiği yöne çevirerek kemikleri kemirmeye başlamış, bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş. Leopar tam saldıracakken minik köpek kendi kendine konuşmuş; "Ne kadar lezzetli bir leoparmış. Acaba etrafta bundan bir tane daha var mı?" Bunu duyan leopar bir anda donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanarak dalların arasına saklanmış. "Tam zamanında kurtardım yoksa bu köpeğe yem olacaktım" diye düşünmüş leopar.

Bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın üstündeki bir maymun olanları izliyormuş. Bildiklerini kullanarak bundan sonra leopardan kurtulabileceğini düşünmüş. Leoparın yanına giderek neler olduğunu anlatmış. Leopar köpeğin yaptıklarına çok sinirlenmiş ve maymuna: "Atla sırtıma, gidip sunu yakalayalım" demiş. Ancak minik köpek neler olduğunu ve leoparın sırtında maymunla birlikte süratle kendisine yaklaştığını fark etmiş. "Şimdi ne yapacağım" diye düşünürken kaçmaya teşebbüs etmemiş. Bunun yerine arkasını leoparın geldiği yöne dönerek, kemikleri kemirmeye devam etmiş. Tam leopar saldıracakken yine kendi kendine konuşmuş; "Bu aptal maymun da nerede kaldı? Yarım saat önce bir leopar daha getirsin diye gönderdim, hala haber yok!"

Diplomasi böyle bir şey işte:

*Hızlı düşün,

*Sakin ol,

İSYANLI SUKUT

Gitmişti makama arz-ı hâl için,
"Bey" dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim..
"Şey" dedi, yutkundu, eğdi başını.

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı,
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı...
Bir baktı konağa alttan yukarı,
"Vay" dedi, yutkundu, eğdi başını.

Çekti ayakları kahveye vardı,
Açtı tabakasın, sigara sardı,
Daldı... neden sonra garsonu gördü,
"Çay" dedi, yutkundu, eğdi başını.

İçmedi, masada unuttu çayı;
Kalktı ki garsona vere parayı,
Uzattı çakmağı ve sigarayı,
"Say" dedi, yutkundu, eğdi başını.

Döndü, gözlerinde bulgur bulgur yaş,
Sandım canevime döktüler ateş.
Sordum: "memleketin neresi gardaş?"
"Köy" dedi, yutkundu, eğdi başını.

Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden,
Ağzına küfürler doldu zehirden;
Salladı dilini.. vazgeçti birden,
"Oyy!" dedi, yutkundu, eğdi başını.

Abdurrahim Karakoç

hurafelerimiz

Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye'de hemen her şehirde yaygın olarak bilinen 1380 hurafe ve 19 fal türü belirledi.

Diyanet işleri Başkanlığı'nın yayın organı Diyanet dergisinde "21'inci Yüzyıl Türkiye’sinde Hurafeler" konusu ele alındı.

İl müftülüklerinden Diyanet'e gelen bilgilere göre, Türkiye'de yaygın olarak bilinen 1380 hurafe bulunuyor.

Hurafelerin bazıları şöyle:
-Çocuğu olmayanlara deve dili yedirmek,
-Konuşamayan çocukların konuşabilmesi için cuma namazından sonra müezzin tarafından cami anahtarını çocuğun ağzına sokup çıkarmak,
-Çocuğun dindar olması için göbek bağını cami avlusuna bırakmak,
-Açık seccade üzerinde şeytanın namaz kılacağını düşünmek,
-Kırkı çıkmamış çocuğun tırnakları kesilirse çocuğun hırsız olacağına inanmak,
-Nazar boncuğunun nazardan koruyacağını düşünmek
-Baykuş ötüşünün uğursuzluk getirmesi,
-İki bayram arasında nikah ve düğün yapmamak,
-Ezan okunurken köpeklerin ulumasını kötüye yormak,
-Merdiven altından geçmeyi uğursuzluk saymak,
-Cenazelerde mutlaka sala vermek,
-Mezara çelenk koymak,
-Yola çıkanın arkasından su dökmek,
-Türbe etrafında bulunan mermerlere madeni para yapıştırmaya çalışmak,
-Türbe ziyaretlerinden şifa beklemek,
-Türbelerde, kurban ya da horoz kesmek,
-Başı ağrıyan kişinin evden getirdiği süpürge ile cami süpürmesi,
-Gökten yıldız kaydığında birinin öleceğine inanılması.

"BİLİMİN BÜTÜN DERTLERE DEVA OLACAĞINI SANMAK HURAFEDİR"

Diyanet, modernlik tarafından beslenen hurafelerden birisinin de bilime olan sonsuz inanç ve güven olduğunu belirtirken, bilimin bütün dertlere şifa olacağı inancının hurafe olduğunu ifade etti.

Başkanlık, türbe ziyaretlerinde de hurafelere yönelindiğine işaret ederek, türbelere çaput ve bez bağlamanın, eğilerek ya da emekleyerek girmenin, adak adamanın, türbe etrafında eğlence düzenlemenin, türbelerden şifa beklemenin yanlış olduğuna değindi.

DİYANET'TEN FAL KAFE ELEŞTRİSİ

Türkiye'de 18 de fal türü tespit eden Diyanet, bunları kahve, iskambil, zar, çiçek, bakla, çay, domino, renk, kum, el, numeroloji, tarot, su, ayna, kurşun, köz, tütsü, kürek kemiği falları olduğunu bildirdi.

Fal kafeleri de eleştiren Başkanlık, fal kafelerin giderek arttığına, buralara manevi boşluk içerisinde olan gençlerin gittiğine dikkat çekti. Başkanlık, fal baktırmanın büyük günah olduğunu ifade etti.

Başkanlık ayrıca, astrolojinin bilimselliğinin bulunmadığını kaydederken, bu tarz inanışların İslam inancıyla bağdaşmadığını belirtti...

bir yahudinin ağzından

Helena Rubinstein, unutulması güç bir Yahudi idi. Gerçi İsrail’de yaşamıyordu, ama Yahudi ırkına, kültürüne toz kondurmazdı. Sadece kendi ırkı için yaşadı, öldü. 90 yaşının üstündeyken Avustralya’da bir gazeteci ile aralarında geçen konuşma şöyle:

“Bayan Rubinstein. Kadınları süslemek, güzelleştirmek için yetmiş yıldır yüzlerce kozmetik üretiyorsunuz. Dünya güzellik piyasası sizin elinizde. Bunca krem, allık, pudra, losyon ve müstahzarın sahibisiniz. Doğru söyleyin, bu yaşınıza kadar hangilerini kullandınız?”

Cevaba dikkat: “Hiçbirini…”

Gazeteci, şaşkınlık ve dehşet içindedir:

“Anlamadım efendim. Hiçbirini mi dediniz?”

“Evet, hiçbirini…”

“Niye ama?..”

“Çünkü kozmetiğin faydasına inanmam.”

“Peki ama, o halde yetmiş yıldır niçin imal ediyor ve dünyanın dört bir yanına pazarlıyorsunuz?”

Bu cevaba da dikkat:

“İsrail devleti için.”

Şeytanın en çok sevdiği söz

Şeytanın en çok sevdiği söz

Hasan-ı Basri’ye soruldu: “Bazı kimseler diyorlar ki: Önce kendiniz olgunlaşmadan Halkı olgunlaşmaya çağırmayınız. Buna ne dersin?” Cevabı müthişti:

“Şeytanın en çok sevdiği söz budur işte! Şeytan bu sözü size çok süslü gösterir. Zira bunda, dinimizin her müslümanı vazifelendirdiği emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker görevini terk ettirmek vardır. İslam alimleri ittifak etmişlerdir ki: Kişi hakkı yaşayamadığını bilse de tavsiyeden geri kalmamalıdır.”

2. Abdülhamid ve Filistin Politikası

2. Abdülhamid ve Filistin Politikası

Teşkilatlı ve iyi organize olmuş Siyonizmin en büyük hedefi olarak deklare edilen Filistin toprakları Osmanlı sınırları içerisindeydi . Dünya

Siyonist Teşkilatının başkanı Theodor Herzl ,dönemin batılı emperyalist devletlerince borç batağında ki " Hasta Adam" olarak nitelendirilen
Osmanlı İmparatorluğu�nun son zamanlarında, bu imparatorluk için Avrupalılarca verilmiş ve siyasî sözlüğe geçmiş olan deyim. Bu deyim 9 Ocak 1853 te Petersburg'da verilen bir suvar ede, İngiliz elçisi ile Rus çarı Nicolas I....
...Detaylı bilgi için linke tıklayınız.
Osmanlı devletinin padişahı sultan 2. Abdülhamid'den
Osmanlılar ile ilgili olarak aşağıdaki başlıkları kullanarak bilgi alabilirsiniz.
...Detaylı bilgi için linke tıklayınız.
Filistin'e yerleşme müsaadesi alacağına inanıyordu.Nitekim bu dönemde 1891-1892 yıllarında Rusya'da Yahudi aleyhtarlığının şiddetlenmesi ile yeni bir yahudi göç dalgası ortaya çıkmış ve bunlar dan bir kısmı Osmanlıya sığınmışlar bunlar perişan halleri Padişah Abdülhamid'i etkiledi ve Yahudilere karşı müsbet düşünceler beslemesine vesile oldu. Theodor Herzl doğrudan 2. Abdulhamid'e başvurmadan önce bu sırada Osmanlı Devletiyle yakın münasebetler içinde bulunan Alman imparatoru 2. Wilhelm;den yararlanmak istedi.Bir yolunu bulup İmparatorun Osmanlı devletini ziyareti sırasında 1898 Ekiminde kendisinden durumu Osmanlı padişahına açacağı yönünde somut bir işaret almaya muvaffak olamadı..Ve nihayet kendisi 17 Mayıs 1901yılında padişahla görüşmeyi başardı Aslında 2.Abdülhamid'in Herzl i kabül etmesinin sebebi bu sırada Avusturya Macaristan İmparatorluğunun Makedonya meselesi ile yakından ilgilenmesi ve Herzl'in de bu ülkenin nufuzlu gazetelerinden birinin muhabiri olmasıydı .

Siyonistler önce belirli bir meblağ karşılığında Filistin topraklarını satın almayı ardından da Duyun-ı Umumiyenin kendileri tarafından konsolidasyonunu teklif ettiler. Ve bu husus belirsiz bir şekilde sürüncemede kaldı. 2.Abdülhamid'den istediği tavizleri alamayan Siyonistler 1908 inkılabını bir ümit ışığı olarak gördüler .Ve 2 Abdülhamid'in Kudüs'ü ziyaret edeceklere geçici olarak uygulanan tezkire adlı izin belgesini kaldırdılar ve Filistin'de toprak satın almayı serbest hale getirdiler. Fakat bu durum uzun sürmedi. Zira 31 Mart Vakasından sonra azınlıkların bağımsızlık ve ayrılma yönünde faaliyetlerini arttırmaları, İttihatçı yönetim nezdinde siyonistlerinde bu bağlamda değerlendirilmesine sebep oldu. Bu sebeple İttihatçı yönetim tarafından yeni kısıtlamalar ve yaptırımlar yürürlüğe kondu. Aslında bu tepkinin en önemli nedeni Fransa'da başlayan 1789 ihtilalinin sonucu olarak milliyetçilik akımından en çok etkilenen

Makedonya Cumhuriyeti Balkan Yarımadasında yer alan bir devlet. Güneyinde Yunanistan, doğusunda Bulgaristan, batısında Arnavutluk, kuzeyinde ise Sırbistan-Karadağ'ın yer alır. Başkenti Üsküp olan ülkenin Yüzölçümü 25.713 km2, nüfusu 4.760.000, resmi dili Makedonca ve para birimi Makedonya Dinarı'dır.
...Detaylı bilgi için linke tıklayınız.
Osmanlı idarecilerinin,yeni bir ayrılıkçı akımla uğraşmak istememeleriydi. Fakat korktukları bir başka cepheden başlarına geldi. Bu dönemde bağımsızlık güdüsüyle ve özellikle Suriye ve Lübnan'da etkin gizli cemiyetlerin bünyesinde bir Arap milliyetçiliği gelişti. Bu hareket içinde yer alanlar Filistin'de Osmanlı hakimiyetinin Musevi yada Siyonist hakimiyeti ile değişmesini kesinlikle istemiyorlardı. Bu arada Siyonistlerin Filistin'de başlattıkları kolonizasyona engel olmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve Filistine yahudi göçünü durduramayan Osmanlı yönetimini şiddetli bir şekilde karşı çıkıyorlardı. Bu sıralarda
Osmanlılar ile ilgili olarak aşağıdaki başlıkları kullanarak bilgi alabilirsiniz.
...Detaylı bilgi için linke tıklayınız.
Arap tepkilerini en fazla çeken ve zamanla milliyetçi bir harekete dönüşen gelişmelerden biri de bütün yasaklamalara rağmen yahudilerin toprak kazanımlarının artışı idi.

Burada yahudilerin toprak kazanımlarındaki artışta yahudilere ellerindeki toprakları yüksek meblağlar karşılığında satan Arapların payınıda zikretmek gerekmektedir. O dönemde içte ve dışta çeşitli sorunlarla uğraşan merkezi hükümet ise bu gelişmelere engel olamıyordu. Ve sonuçta yahudi-siyonist yerleşimine karşı

Araplar, anadili Arapça olan topluluklara denir. Akdeniz'in güneyinde Afrika'da Büyük Sahra ve Sudan'a, doğusunda Irak'a ve Arabistan Yarımadası'na kadar uzanan bir coğrafyada yaşarlar. Arapça konuşulan ülkeler Arap ülkeleri olarak adlandırılır. Bu ülkelerde, Arapça’nın dışında Kuzey Afrika'da Berberice , Irak'ta Kürtçe ve Türkmence, Güney Arabistan'da ise çeşitli yerel diller konuşulur.
...Detaylı bilgi için linke tıklayınız.
Arap milliyetçiliği harekete geçti.Arap ve Yahudi milliyetçiliklerinin çatıştığı Filistindeki karmaşayı arttıran bir diğer önemli unsur da bu stratejik bölge üzerinde farklı çıkarları bulunan Emperyalist Avrupalı güçlerin -aşta Ortadoğu-işin içine girmesiydi Özellikle
Araplar, anadili Arapça olan topluluklara denir. Akdeniz'in güneyinde Afrika'da Büyük Sahra ve Sudan'a, doğusunda Irak'a ve Arabistan Yarımadası'na kadar uzanan bir coğrafyada yaşarlar. Arapça konuşulan ülkeler Arap ülkeleri olarak adlandırılır. Bu ülkelerde, Arapça’nın dışında Kuzey Afrika'da Berberice , Irak'ta Kürtçe ve Türkmence, Güney Arabistan'da ise çeşitli yerel diller konuşulur.
...Detaylı bilgi için linke tıklayınız.
İngiltere başta olmak üzere Avrupa devletleri, etkisi günümüze değin sürecek .arap-israil çatışmasının tohumlarını atmışlar ve iki tarafı desteklemekten ve Osmanlı Ortadoğu'sunu sömürebilmek için çeşitli etnik grupları dış politikalarına alet etmekten çekinmediler Bu grupları ve cemaatleri himayeleri altına alarak İmparatorluk içinde kendilerine beğlı unsurlardan nufuz bölgeleri oluşturdular Böylece Osmanlı Devleti dağıldığında bu nufuz bölgelerine dayanarak imparatorluğun mirasını aralarında paylaşabilecekleri bir ortam hazırladılar.
Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı, İngiltere Avrupa’nın kuzeybatı kıyısında yer alan Britanya Adalar Topluluğu üzerinde, dört ülkeden müteşekkil bir devlet. Bu adalar topluluğu Büyük Britanya ve İrlanda Adalarıyla birlikte, 5000 küçük adadan meydana gelmiştir. Batısında İrlanda Denizi, doğusunda Kuzey Denizi, kuzeyi, güneybatısı ve kuzeybatısı Atlas Okyanusu ile çevrilidir.
...Detaylı bilgi için linke tıklayınız.

FİLİSTİN'İN TARİHİ

FİLİSTİN'İN TARİHİ

» İslam Öncesi Dönem Üzerinde hüküm süren farklı kavim ve hakimiyet kuran siyasi güçlerle çok gerilere uzanan Filistin, birçok medeniyete beşiklik etmesi ve medeniyetlerin geçiş bölgeleri üzerinde kavşak noktası olması ile bilinmektedir. Filistin’in semavi dinlerce de önemi tartışılmayacak derecededir. Arap tarihçilerce ve bazı araştırmacılarca kabul edildiği üzere bu toprakların bilinen ilk sakinleri Amalika kavmidir.

» İslami Dönem İslam tarihinde oldukça nadide bir yere sahiptir. Hz. Muhammed (sav)’in İsra ve Miraç mucizesinin mekanı Kudüs’tür. Bu anlamda Kudüs’ün fethedilmesi için Hz. Muhammed (sav) döneminden itibaren fetihlerin yönü kuzeye yönelmiş ve 629 tarihinde Bizans Devleti ile İslam orduları arasında Mute Savaşı yapılmıştır.

» Osmanlı Dönemi Haçlı seferlerinin ardından başlayan ve yaklaşık iki asır süren Memlük hakimiyetinden sonra Filistin, Yavuz Sultan Selim döneminde Mercidabık Savaşı’ndan sonra (24 Ağustos 1516) Osmanlı yönetimine geçti. Bölgenin tamamının fethi ise Kanuni Sultan Süleyman zamanında tamamlandı.

» 1897’den İsrail’e Günümüzde uluslararası gündemin en üst sıralarında bulunan Filistin-İsrail sorununun çok eski bir geçmişi vardır. Sorunun günümüzdeki mevcut biçiminin, 19. yüzyıl sonlarından başlayarak 20. yüzyıl başlarında yoğunlaşan Yahudi göçü sonucunda, bu topraklar üzerinde 1948 yılında İsrail devletinin oluşturulması ile ilgili olduğu söylenebilir.

» 48’den 91’e

» Osmanlı Döneminde Filistinde Demografik yapı Filistin’de bir Yahudi topluluğunun oluşturulması 19. yüzyıl boyunca yükselen bir seyir izlemiştir. Bu dönemde Filistin topraklarında üç farklı Yahudi grup bulunmaktadır: İlki uzun yıllar önce bu topraklara gelmiş olan ve büyük ölçüde bölge halkı ile kaynaşmış bulunan Sefarad Yahudileridir. Yüzyıl içerisinde parça parça gelen ve daha çok Kudüs, Safed, Taberiye ve el-Halil gibi bölgelere yerleşmiş bulunan ve yerleşik bulunan Yahudilerden de uzak durmaya çalışan Eşkenazi Yahudi tabaka, ikinci grubu oluşturmaktadır. Üçüncü grup ise yüzyılın sonlarına doğru Siyonizm hareketinin güçlenmeye başlaması ile birlikte bu topraklara göçen Yahudilerden oluşmaktadır.

» Yahudi yerleşimi konusundaki Osmanlının tavrı Osmanlı Devleti, Filistin’de Yahudi yerleşimini arttırmayı planlayan Siyonist harekete karşı daima ihtiyatlı bir politika takip etmiştir. II. Abdülhamid, Siyonizmi siyasal bir sorun olarak görmüş ve Yahudilerin kitlesel olarak Filistin’e yerleştirilmelerinin İmparatorluk içinde yeni bir milliyetçilik akımı ya da başka deyişle bir „Yahudi sorunu“ doğurmasından endişe duymuştur. Siyonist hareketin lideri Theodar Herzl 1901 yılının Mayıs ayında II. Abdülhamid’e gelerek, 1492 yılında İspanya ve diğer Avrupa ülkelerinden gelen Yahudi göçmenlerin Osmanlı Devleti tarafından kabul edildiğini hatırlatmış ve Filistin’e yerleşmek için izin istemiştir. Ancak bu talep II. Abdülhamid tarafından açıkça reddedilmiştir.

» 1936-1939 Olayları 1936'da bir araya gelen Arap liderleri Yahudilere karşı mücadelede önderlik edecek Arap Yüksek Komitesi'ni kurdular ve başlattıkları genel grevi ulusal bir ayaklanmaya dönüştürdüler. Bunun üzerine Filistin'e gelen bir komisyon, Yahudilerle Arapların aynı devlet içinde yer almasının mümkün olamayacağını, Filistin'in bölüştürülmesi gerektiğini öneren Peel Raporu’nu yayınladı. Bu rapor Filistinlilerin bağımsızlıklarını gölgeleyecek şekilde topraklarını ikiye böldüğü için Arapların ayaklanmasının daha da şiddetlenmesine neden oldu.

» Balfour Deklarosyonu İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour daha sonra „Balfour Deklarasyonu“ olarak adlandırılacak olan mektubu 2 Kasım 1917’de Siyonist lider Lord Rothschild’e gönderdi. Balfour, İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması için tüm imkanlarını kullanacağını bildiriyordu:

» Birinci Dünya savaşında Siyonist Hareket ve Filist Ortadoğu’ya güçlü bir şekilde yerleşmek için bekleyen İngiltere ve Fransa için I. Dünya Savaşı bulunmaz bir fırsat olarak görüldü. Savaşta Osmanlı-Alman İttifakı’nın karşısında yer alan bu güçler, Osmanlı’nın Ortadoğu’daki topraklarında yaşayan Arap halkı Osmanlı’ya karşı harekete geçirmeyi başardılar.

» Manda yönetimi 1917’de fiilen başlamış olan İngiliz yönetimi 25 Nisan 1920’de yapılan San Remo Konferansı’nda Filistin üzerinde İngiliz Mandası’nın kabul edilmesiyle garanti altına alınmış oldu. İki yıl sonra da Filistin tamamen İngiliz yönetimine bırakıldı ve Siyonist olduğu açıklanan Sir Herbert Samuel Filistin’e ilk İngiliz Yüksek Komiseri olarak gönderildi.

» Siyonist hareketin kuruluşu Siyonizm politik bir hareket olarak 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır. İlk etapta Siyonizm diasporadaki Yahudilerin durumunun iyileştirilmesi ve „geri dönüş“ fikrinden ibaretti. „Halkı olmayan bir ülkeyi, ülkesi olmayan bir halka devredin...“ diyen Israel Zangwill Filistin’de Arap varlığını inkar eden Siyonist hareketin tavrını açıkça ortaya koymaktadır.

» İkinci Dünya Savaşı ve Filistinin kuruluşu II. Dünya Savaşı’nın nedenlerini ve olayların başlangıcını, I. Dünya Savaşı’nın çözümlenmeden bıraktığı veya getirdiği yeni sorunlar oluşturmaktaydı. Almanya’nın 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırması üzerine İngiltere ve Fransa da 3 Eylül 1939’da Almanya’ya savaş açtı. Böylece tarihin tanık olduğu en büyük savaş olan II. Dünya Savaşı başladı. Savaşın başlamasıyla Siyonistler ve İngilizler anlaşmazlığa düştüler. Savaş sırasında Filistin’e Yahudi göçünü hızlandırmayı amaçlayan Siyonistler, Arapları Almanların yanına itmek istemeyen İngiltere’nin muhalefetiyle karşılaştılar.

» Altı Gün Savaşı 1956 II. Arap-İsrail Savaşı’nın ardından dokuz yıl boyunca Mısır’la İsrail arasında ciddi bir problem yaşanmadı. 1964’te FKÖ’nün kurulması ve Suriye’de Nasır’ın görüşlerini benimseyen Baas Partisi’nin iktidara gelmesi, bunalımı yeniden başlattı.

» Beyrut Kuşatması Kara Eylül’den sonra Arafat’ın üs olarak Lübnan’ı seçmesi zaten hassas olan dengeleri kırılma noktasına getirdi. 13 Nisan 1975’te Hıristiyan Falanjistlerin Filistinlilerin bulunduğu bir otobüsü taraması üzerine Lübnan iç savaşı patlak verdi. Merkezi hükümetin zayıflaması Filistinli örgütlerin Lübnan’daki etkisinin artmasına neden oldu.

» Birinci Arap İsrail Savaşı Filistin’de İngiliz manda rejiminin sona ermesinin hemen ardından 14 Mayıs 1948’de, Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi, yayınladığı bir bildiri ile İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan etti. Bunun hemen ardından ABD ve ertesi gün de Sovyetler Birliği İsrail’i tanıdığını açıkladı. Bu gelişmelerin öncesinde ise İngiliz birlikleri bölgeyi terk etmeye başlamışlardı...

» Kara Eylül 1967 savaşı öncesi toplam rakamı 1.300.000’e ulaşan Filistinli mültecilerin yarısı Ürdün’e sığınmıştı. Ürdün ise ekonomik açıdan zayıftı ve bu kadar mülteciyi kontrol edecek bir güçten uzaktı. Ayrıca Ürdün, buradaki Filistinlileri kendi beşinci kolları olarak gören Nasır gibi güçlerden çekiniyordu. 1967 Savaşı’nın ardından Arafat, büyük bir yekuna ulaşan Filistinlilerden de güç alarak İsrail’e karşı düzenleyeceği operasyonlar için üs olarak Ürdün’ü seçti.

» İkinci Arap İsrail Savaşı İlk savaşın Yahudiler nezdinde dünyanın tavrının görülmesi açısından ayrı bir anlamı bulunmaktaydı. İsrail durumdan memnundu ve artık bölgede daha rahat hareket ediyordu. 50’li yılların başından itibaren 187 köyün tamamen tahrip edilmesi, insanların katledilmesi ve göçe zorlanması bunu açıkça ortaya koyuyordu. Bu şekilde 1956’ya gelindi. Nasır’ın, 28 Temmuz 1956’da Süveyş Kanalı’nın uluslararası trafiğe açık olmakla birlikte, Mısır’a ait olduğu için millileştirildiğini açıklaması üzerine, İsrail saldırmak için beklediği fırsatı elde etti.

» İntifada 8 Aralık 1987, Filistin’de İsrail işgaline karşı topluca başkaldırma niteliği taşıyan intifada hareketinin başlangıç tarihidir. Filistinliler aleyhine sonuçlar doğuran barış görüşmeleri ve Sabra-Şatilla Katliamı’nın ardından FKÖ’nün Lübnan’dan çıkarılması, Filistin halkının tepkisinin büyümesine neden oldu. İntifada olarak adlandırılan ayaklanmanın ilk adımı 7 Aralık 1987’de atıldı. Gazze bölgesinde bir Yahudi kamyoneti, Filistinli işçileri taşıyan bir araca çarparak dört Filistinlinin ölümüne ve dokuzunun da yaralanmasına neden oldu.

» Yom Kippur Savaşı 1967 Savaşı’nda büyük bir yenilgi yaşayan Mısır, Suriye ve Ürdün, 1973 yılında Sina Yarımadası’nda ve Golan Tepeleri’nde bulunan İsrail kuvvetlerine saldırdı. 6 Ekim 1973 günü başlayan bu savaş altı gün süren 1967 Savaşının yarattığı tepkinin bir sonucuydu. İsrail Altı Gün Savaşı’ndan, işgalindeki toprakları yaklaşık üç kat genişleterek çıkmıştı. Golan Tepeleri, Kudüs'ün tümü, Batı Şeria, Sina Yarımadası ve Gazze İsrail'in eline geçmişti.

ORTADOĞU BARIŞ SÜRECİ

ORTADOĞU BARIŞ SÜRECİ

» BİRİNCİ İNTİFADA

» Barış Süreci Barış sürecini ele alırken tarafların bu sürece girişlerine sebep olan faktörleri incelememiz gerekmektedir. Filistin tarafını bu sürece motive eden sebepler şöyle sıralanabilir: Arap yönetimleri Soğuk Savaş sonrasında Sovyet desteğini kaybetmişlerdi. Üstelik, bu ülkelerin çoğu İsrail’i bölgenin kalıcı bir gerçeği olarak görmeye başlamışlardı.

» Madrid Konferansı Ekim 1991’de uluslararası toplumun ve özellikle de ABD’nin baskısıyla Madrid Konferansı başladı. ABD’nin böyle bir konferans için İsrail’e baskı yapmasının sebebi kamuoyundaki şu soruydu: „Irak’ın Kuveyt’i işgali karşısında ABD ve uluslararası kamuoyu hemen tepki verirken aynı şey niçin Filistin’i yıllardır işgal altında tutan İsrail için geçerli olmuyordu?

» Wye River Daha önce pek ok defa oldu u gibi El-Halil Anla mas "n n maddelerini de srail tam olarak uygula...

» Camp David Daha önceki anlaşmalarda barış sürecinin finali olarak kararlaştırılan 13 Eylül 2000 tarihinden önce, 2000 yılının Temmuz ayında taraflar ABD’nin baskısıyla Camp David’de biraraya geldiler. Camp David görüşmelerinde bir ara epeyce yol kat edildiği izlenimi ortaya çıktıysa da sorunlar çözülemedi ve bir anlaşmaya varılamadı.

» II. AKSA İNTİFADASI Camp David görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Ariel Şaron’un provakatif ziyareti ile başlayan Aksa İntifadası sürecinde barış neredeyse tamamen gündemden düştü.

» Suudi Barış Planı Suudi Arabistan tarafından ortaya konan „Ortadoğu Barış Planı“ aslında içerik itibariyle Arap dünyasının çok da yabancı olmadığı bir barış taslağı olarak gözükmektedir. Ancak dünya kamuoyunda Ortadoğu Barış Planı’nın bu kadar geniş yankı uyandırmasının nedeni, metnin içeriğinden değil, planı ortaya koyanın Suudi Arabistan olmasından kaynaklanmıştır.

» Ortadoğu Yol Haritası Yol Haritası; Ortadoğu Dörtlüsü (Quartet = ABD, Rusya, AB ve BM) tarafından hazırlanan ve 2005 yılına kadar Ortadoğu’daki çatışmaya iki devlet prensibi çerçevesinde son vermeyi amaçlayan, performans temelli bir plandır. ABD Başkanı George W. Bush’un 24 Haziran 2002’de yaptığı ve Filistin-İsrail çatışmasının „iki devlet“ prensibi çerçevesinde çözülmesi gerektiğini vurguladığı konuşması, Yol Haritası’nın temelini teşkil etmiştir.

» Alternatif Girişimler Ortadoğu’da barış çabalarına ilişkin olarak Yol Haritası’nın dışında, iki farklı girişim daha gündeme gelmiştir: İlki, Ayalon-Nusseibh inisiyatifi ya da „Hedef Haritası“ (Destination Map) olarak bilinen ve İsrail iç güvenlik servisi eski başkanı Ami Ayalon ile Filistinli profesör ve Kudüs eski Bakanı Sari Nusseibh’in 1967’de işgal edilen toprakların Filistin devletine iadesini istedikleri tek sayfalık dilekçeli girişimdir ki; bunun altına onbinlerce Filistinli ve yüzbini aşkın İsrailli imza atmıştır.

» Yol Haritası Sonrası Filistin’in seçilmiş başkanı Arafat’ı saf dışı bırakmayı arzu eden ABD ve İsrail ikilisinin baskıları sonucu Arafat, Mahmud Abbas’ı 19 Mart 2003’te ihdas edilen başbakanlığa getirmiştir. Abbas’ın 13 Nisan’da hazırladığı kabine listesini Arafat’a sunmasının ardından ilk anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştır.

ŞAHSİYETLER

ŞAHSİYETLER

» Emin el-Hüseyini 1895 yılında Kudüs’te doğan Hüseyni, Kahire’deki Ezher Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Osmanlı ordusuna katıldı. Bir süre görev yaptıktan sonra, 1917 yılında İngiliz işgaline karşı mücadele vermek ve bağımsız bir Arap-İslam devleti kurmak üzere gizli faaliyetlere başladı.

» Izzeddin Kassam Filistin silahlı direnişinin sembol ismi Şeyh İzzeddin Kassam, 1882 yılında bugün Suriye sınırları içinde bulunan Lazkiye kentinde doğdu.

» Yaser Arafat Filistin direnişinin sembol ismi Yaser Arafat, 1929 yılında Gazze’de doğdu. Tüccar bir babanın oğlu olan Arafat, genç yaşlardan itibaren siyasetle ve direnişle tanıştı. Gençlik yıllarında İsrail’e karşı direnen mücahitlere silah taşıyarak başladığı mücadele yaşamına, 1948 yılında mühendislik okumak için gittiği Kahire’de de devam etti.

» Şeyh Ahmed Yasin Hamas’ın kurucusu olan Şeyh Ahmed Yasin, 1936 yılında doğdu. 1948 yılında İsrail’in kurulmasından sonra ailesi ile birlikte göç ederek Gazze’ye yerleşti. 16 yaşında geçirdiği bir kaza sebebiyle kalıcı felç oldu. Diğer Filistin İslami önderleri gibi Yasin de, Mısır’daki Ezher Üniversitesi mezunudur.

» Fethi Şikaki Filistin İslami Cihad hareketinin kurucusu olan Fethi Şikaki, 1951 yılında Gazze’deki Rafah mülteci kampında doğdu. Mısır’daki Zakazig Üniversitesi’nde tıp öğrenimini tamamladıktan sonra Filistin’deki Beir Zeit Üniversitesi’nde matematik bölümünü bitirdi.

Birinci İntifada

Birinci İntifada 8 Aralık 1987, Filistin'deki İsrail işgaline karşı topluca baş kaldırma şeklinde cerayan eden olay. Filistin'de intifadayla birlikte aynı zamanda HAMAS fiilen harekete geçmiştir.

İslami Direniş Hareketi (Hamas)

Mısır'da Hasan EL-BENNA liderliğinde kurulan Müslüman Kardeşler Örgütü içerisinde yer alan şahıslar tarafından 1987 yılı sonlarında Filistin'de kurulmuş bir örgüt olarak bilinen İslami Direniş Hareketi (HAMAS), Müslüman Kardeşler Örgütü'nün Filistin kanadı olarak da bilinmektedir.

Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)'nün İsrail'e karşı mücadelede pasif kaldığı gibi gerçeklerle kurulan HAMAS, Filistin'in kurtuluşu için silahlı mücadeleyi benimsemiş, bu yüzden daha ılımlı olan kesimleri ile anlaşmazlığa düşmüştür.

HAMAS son zamanlarda, Filistin davasına destek bulma amacıyla Hizbullah Terör Örgütü başta olmak üzere diğer Ortadoğu kökenli örgütlerle de işbirliği yapma yolunda önemli adımlar atmaktadır.
HAMAS, son yıllarda Filistin'de meydana gelen halk hareketlerindeki kontrolü elinde tutmakta ve FKÖ'nün etkinliğinin azalmasında önemli rol oynamaktadır. Bu nedenle de, bölgede faaliyet gösteren Batılı ülkeler ve İsrail tarafından önemli bir tehlike olarak görülmektedir.

İsrail-Filistin barışını kabul etmeyen HAMAS'ın İsrail hedeflerine zaman zaman giriştiği intihar saldırıları, barış sürecini baltalamakta ve fanatik İsraillileri tahrik etmektedir. Filistinliler üzerinde etkinliğini koruyan HAMAS'ın varlığı, anlaşmanın uygulanması önündeki en büyük engeli teşkil etmektedir. (http://www.teror.gen.tr/)

Müslüman Kardeşler cemaatinin Filistin kanadı durumundaki İslami Hareket'in içinden geniş tabanlı bir kitle hareketi niteliğinde ortaya çıkan HAMAS, intifadayla birlikte bütün dünyaya sesini duyurmayı başarmıştır.

İntifadanın Başlaması ve Yayılması:

Filistin toprakları üzerinde İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte Filistin halkı da çeşitli örgütler kurarak bu yönetime karşı mücadeleler gerçekleştirdiler. Zaman zaman çeşitli kanlı çatışmalar oldu. Ancak en geniş çaplı mücadele 8 Aralık 1987 tarihinde Filistin İslâmi Direniş Hareketi'nin öncülüğünde başlatılan intifadadır. İntifada, Filistinli işçileri taşıyan arabaya bir Yahudi'nin kamyonetiyle çarparak dört Filistinlinin ölümüne dokuz Filistinlinin de yaralanmasına sebep olması üzerine başladı. Olayda ölen ve yaralanan Filistinliler Gazze Şifa Hastanesi'ne getirildi. Üyelerinin tamamı İslâmi Hareket mensubu olan Gazze İslâm Üniversitesi Öğrenci Meclisi de Şifa Hastanesi'ne giderek yaralılarla ve ölenlerin aileleriyle ilgilenmeyi kararlaştırdılar. Bu kararlarını hoparlörlerle duyuran öğrenciler halkı da Şifa Hastanesi'nin etrafında toplanmaya çağırdılar.

Halk Gazze İslâm Üniversitesi Öğrenci Meclisi'nin çağrısına uyarak 8 Aralık sabahı erken saatlerden itibaren Şifa Hastanesi'nin etrafını sarmaya başladı. Arkasından Yahudi askerler gelerek kalabalığın dağılmasını istediler. Kalabalık dağılmamakta direnince askerler üzerlerine ateş ettiler ancak halk yine dağılmadı ve Yahudi askerlere taşlarla saldırdı. İşte bu olay intifadanın başlangıcı oldu. Bu olaydan sonra Filistin'in ve özellikle Gazze bölgesinin her tarafında işgalci askerlere taşlarla saldırıldı.

İfade ettiğimiz üzere I. İntifada İslâmi Hareket'in öncülüğünde başlatılmıştı. Daha sonra bu hareketin bütün Filistin'e yayılmasını ve bütün halk tabanına mal edilmesini sağlayan da İslâmi Hareket oldu. 14 Aralık tarihinde yani intifadanın altıncı gününde İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS) adına Gazze'nin her tarafında bildiriler dağıtıldı. Bu harekete mensup gençler de Yahudi işgal kuvvetlerine karşı gerçekleştirilen çeşitli eylemlerde öncülük görevi görüyorlardı.

FKÖ'ye bağlı grupları temsil eden Birleşik Yönetimin devreye girmesi ise ancak intifadanın başlamasından kırk gün sonra gerçekleşti.

İntifadayla Birlikte Yükselen İsim: HAMAS

I. İntifada için ilk organizasyon Gazze İslâm Üniversitesi Öğrenci Meclisi tarafından yapılmıştır. Bir Yahudi'nin kamyonetiyle çarpması sonucu hayatını kaybeden ve yaralanan Filistinlilerle ilgilenmek üzere halkı Şifa hastanesinin etrafına toplayanlar bu Öğrenci Meclisi'nin görevlendirdiği öğrencilerdi. İşte bu meclisin bütün üyeleri Filistin İslâmi Direniş Hareketi'nin kısa adıyla HAMAS'ın mensuplarıydı.

HAMAS'ın ilk temelleri Mısır'daki Müslüman Kardeşler cemaatinin kurucusu İmam Hasan el-Benna'nın Filistin'e gönderdiği mücahitler tarafından atılmıştır. Bu mücahitler ve onların etrafına toplananlar aynı zamanda 1948'de işgalcilere karşı başlatılan mücadeleye fiilen katılmışlardı. Onların yetiştirdiği kişiler ise 1948 savaşından sonra eğitim ve tebliğ çalışmalarına ağırlık verdiler. Bütün bu çalışmalar sonunda güçlü bir taban oluştu. İşte bu taban zaman içerisinde belli bir disiplin içinde örgütsel yapıya kavuştu ve 1987 sonunda da geniş bir halk kitlesinin direnişine öncülük etti.

İntifada öncesinde ismi pek duyulmayan HAMAS, intifadanın ilk organizasyonunda öncülük rolü yaptığı gibi, bu direnişin ikinci ayından itibaren periyodik bir şekilde halk kitlelerine hitap eden ve halk direnişini yönlendiren, direnişi sürdürenler için belirli programlar ortaya koyan bildiriler yayınlamaya başladı. HAMAS, bir yandan da Siyonist düşman karşısında sürdürülmesi gereken mücadelenin mahiyetiyle ilgili görüşlerini ve Filistin'in çeşitli ulusal meseleleriyle ilgili siyâsetlerini ve tutumlarını ortaya koyan bildiriler yayınlamaya başladı. Kutsal direnişin belli bir hız kazanmasından sonra da İzzettin Kassam Birlikleri adında askeri bir kanat oluşturarak fiili eylemlerini bu kanat vasıtasıyla gerçekleştirmeye başladı.

d. İsrail'in İntifada Karşısındaki Tutumu

İsrail işgal yönetimi intifada karşısında Filistin halkı üzerinde baskı kurdu. Önce intifadanın hızını kesebilmek için toplu tutuklamalar gerçekleştirdi.Ancak başarılı olamadı. Taş atanların tutuklanması da intifadayı yavaşlatmayınca bu kez duvarlarına intifadayla ilgili sloganlar yazılan evlerin yıkılması uygulaması başlatıldı. Bu sebepten dolayı Filistinlilere ait onlarca ev işgalci güçler tarafından hiç hesap sorulmadan yıkıldı. İsrail, iç istihbarat örgütü niteliği taşıyan Shin-Bet (ŞABAK) elemanlarının intifadaya katılmaktan yahut HAMAS veya İslâmi Cihad mensubu olmaktan dolayı sorguya çekilen Filistinlilere işkence edebileceklerine dair kanun çıkardı.

FİLİSTİN DİRENİŞ ÖRGÜTLERİ

FİLİSTİN DİRENİŞ ÖRGÜTLERİ

I. Dünya Savaşı’nın sonrasında meydana gelen iki gelişme Filistin direnişinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışı ve yeni kurulan Türk devletinin Ortadoğu politikalarına dahil olmaması, ikincisi ise Şerif Hüseyin’in büyük Arap devleti hayalinin, Sykes Picot Anlaşması ve Balfour Deklarasyonu ile sonuçsuz kalmasıdır. Bu iki gelişme Filistin sorununun tamamıyla İngiltere’nin inisiyatifine bırakılmasına ve Filistin direnişinin başlamasına neden olmuştur.
Başlangıcı 1920’li yıllara kadar giden Filistin direnişinin 1950’li yıllara kadar sembol ismi Hacı Emin El-Hüseyni’dir. Hüseyni’nin liderliği siyasi boşluğun hakim olduğu bir ortamda ortaya çıkmıştır. Filistin direnişinin başlamasında önemli rol oynayan Hacı Emin el-Hüseyni kendinden sonra gelen Filistin liderlerinin bilinçlenmesinde etkili olmuştur.
1960’lı yıllar, Filistinlilerin bir şeyler yapacaklarına inandıkları, Arap ülkeleri ve uluslararası kuruluşlara karşı olan güvenlerinin iyice azaldığı yıllardır. Bu nedenle kendi sorunlarını ancak kendi güçleriyle çözebileceklerine inanan Filistinliler, özellikle 1967 savaşı ve sonrasında örgütlü Filistin direniş hareketine ağırlık verdiler.
Sürgünde yaşayan Filistinlilerin Arap yönetimlerinden bir şeyler beklemeyi bırakıp kendi çabalarıyla silahlı mücadeleyi başlatmalarının ilk örneği 1952 yılında Beyrut’ta George Habbaş liderliğinde bir grup üniversite öğrencisinin başlattığı harekettir. Önceleri bir komite olarak ortaya çıkmış olan bu grubun bazı üyeleri daha sonra özellikle Suriye Baas Partisi’ne rakip olarak kurulacak olan „Arap Milliyetçi Hareketi“ni ortaya çıkardılar. Bu hareket Pan-Arap bir karaktere sahip olmasına rağmen 1948 Savaşı ve sonuçlarından Arap yönetimlerini sorumlu tuttu ve Filistin’in kurtuluşu için silahlı mücadeleyi esas aldı. Bu özelliği nedeniyle 1960’lı yılların sonlarında Arap birlik hareketinden bağımsız olarak ortaya çıkan Filistin direniş hareketinin ruhuna yaklaşmaktaydı. Ancak yine de 1950’li yıllarda başlatılan Filistinli hareketleri o yıllarda yükselen Arap milliyetçiliğinden bütünüyle soyutlanamaz.

FİLİSTİN

FİLİSTİN

Medeniyetlerin beşiği Ortadoğu, son yüzyılını karışıklıklar içerisinde geçirdi. Osmanlı döneminin ilk dünya savaşı ile son bulduğu coğrafya, sonu gelmeyen çekişmelerin odağı oldu. Bölgenin jeopolitik, stratejik ve ekonomik önemi dünyayı yönetme iddiasında olan süper güçleri Ortadoğu arenasına çekti. Bu dönemde ince ince dokunan Yahudi devleti projesi hayata geçirilmeye başlandı.

İki dünya savaşının kargaşası içerisinde Filistin’de iyice artan Yahudi nüfusu 1948 yılına gelindiğinde İngiltere ve Amerika’nın gölgesinde İsrail ismi ile devletleştirildi. Ardından savaşların, katliamların, göçlerin ardı arkası kesilmedi. Beş milyon Filistinli evlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kaldı. Müslümanlar Filistin topraklarında kadın-erkek, yaşlı-genç başlattıkları İntifada’ya kadar, en ağır şekilde sindirilmeye çalışıldı. İntifada on yıllardır kan kaybetmekte olan Filistin için yeni bir diriliş oldu.

Filistin’de iki taraf arasında sonu gelmeyen „Barış Görüşmeleri“nin en önemli noktası KUDÜS oldu. KUDÜS taviz verilmeyecek bir bölge idi. Çünkü KUDÜS kutsal şehirdi ve mübarek kılınmıştı.

Bu çalışma Filistin’deki Müslümanların haklarının teslim edilmesi noktasında tüm dünyanın en üst düzeydeki kurum ve kuruluşları ile sessizliğe büründüğü, en ağır katliamlarda bile istifini bozmadığı bir zamanda Türk ve dünya kamuoyunca Filistin Meselesinin iyice anlaşılması ve bir KUDÜS bilinci oluşturulması maksadıyla kaleme alınmıştır.

Zihinlerimizde Mescid-i Aksa’nın slüeti oluşmaya başladığında, çalışma da amacına ulaşmış olacaktır.

Kimler davasında muvaffak olamaz.

Halil İbrahim KABAK

Kimler davasında muvaffak olamaz.

İçerisinde yaşadığımız ortamda Müminlerin emperyalistler karşısındaki mazlumluğunu hep kurt ile kuzu misalini vererek anlatır dururuz. Gerçekten de bu misalde olduğu gibi yeryüzünü ifsat eden zalimler "Suyumu bulandırdın." deyip eften püften bahanelerle, özellikle Müslümanlara yapmadık zulüm bırakmıyorlar. Bu zulmü sona erdirecek basirette bir güzel insan ortaya çıkmış yıllarca çalışıp çabalamış, "Suyumu bulandırdın diyenlerle baş edebilecek güce tam yaklaşmışken bu defa diğer "kuzular" kurdun haklı olduğunu' söylemeye başladılar. İşte bizim mücadelemizde içinden çıkamadığımız asıl kahredici durum ne yazık ki budur.

Tarihin her döneminde tevhit mücadelesini yürüten topluluklarda bir kısım insanlar muvaffak olamamış, hep yolda" fire verip dökülmüş, yolda dökülmeyenler de hep az olmuş ama sonuca ulaşanlar da onlar olmuştur. Kuran'daki geçmiş peygamberleri ve yüce önderimiz Peygamberimiz (S.A.V)'in hayatını ve mücadelesini incelediğimizde kurtlara hak verip onun kurban seçtiği kendi hemcinslerini haksız görerek davasında muvaffak olamayanların genel karakterlerinin neler olduğunu görebiliriz. Tevhit mücadelesini yürüten bu toplulukları bir orduya benzeterek, bunların genel karakterleri konusunda âcizane inceleyebildiğimiz kadar, yaşadığımız şartları da dikkate alarak yapabildiğimiz tespitleri maddeler halinde ifade etmeye çalışalım.

Kendi kendine çalışan, teşkilatlı ve organize olmayanlar: Ümmet olmanın; bir lider etrafında yekvücut olarak teşkilatlı bir şekilde dimdik ayakta duran bir toplum demek olduğunu hepimiz biliriz. Tefrikanın haramlığını ve günümüzdeki durumun, Müslümanların birlik ve bütünlük içerisinde olmayışından kaynaklandığını da hep söyleriz. "Allah'a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." (Enfal; 46) ayeti celilesini de dilimizden düşürmeyiz. Gerçek bu iken ve bizim inançlarımızı, değerlerimizi ortadan kaldırmaya çalışanlar tüm dünya çapında, hiçbir sahayı boş bırakmaksızın organizeli bir şekilde çalışıp dururken bizim; küçük çaplı, amatörce derme çatma, iyi organize olmayan, birçok sahayı boş bırakan bir takım uğraşmalarla onlarla baş etmemizin mümkün olabileceğini hangi akıl ve irfan sahibi söyleyebilir. ?

Liderinin kim olması gerektiğini tartışanlar ya da liderindeki kusur olarak algıladığı yalan yanlış bazı hususları diline dolayanlar: Hiçbir ordu, komutanını tartışarak zafere ulaşamaz. Müslümanlar, Peygamberimiz (S. A. V)'in Hz. Zeyd ve Hz. Üsame (r.a.) yi komutan tayin edişindeki hikmeti bin dört yüz küsur senedir ne yazık ki anlayabilmiş değildir. Peygamberimiz bu değerli sahabelerini komutan tayin ettiğinde bazı itirazlar vuku bulmuş ve Peygamberimiz bir konuşma yaparak durumu düzeltmiştir. Sahabe-i Kiram ortaya çıkan bu itirazları tartışmaya devam etselerdi bu seferlerden zaferle dönebilir miydi?

Emirleri tartışanlar:
Emretme yetkisine sahip insanların ancak Kur'an ve Sünnete aykırı emirlerine itaat edilmez. Ancak bu hususlar arkadan dedi kodu yaparak fitne ortamı oluşturulmaz. O emri veren kim ise ona doğrudan doğruya itiraz edilerek bunun İslam'a aykırılığı beyan edilir. Liderin-komutanın istişare heyetiyle müşavere ederek ya da kendi içtihadıyla münasip gördüğü talimatlarını eleştirerek itaatte gevşeklik göstermek o lider-komutanının hedefine ulaşmasına mani olur. Şu bir gerçektir ki; bizlere bu güne kadar verilen talimatların hiç birisinin İslam’a aykırılığını söylemek mümkün değildir. O halde yapılan tartışmaların ne kadar yersiz ve yanlış olduğu ortadadır.

Düşmanını büyük ve güçlü görüp ondan korkanlar: Başta Bedir olmak üzere Efendimiz (S.A.V)in bütün muharebelerinde Sahabe-i Kiram, düşmanlarının kendilerinden sayıca daha çok, teçhizat bakımından daha güçlü olmasından korksalardı o şanlı zaferlerine ulaşmaları mümkün olur muydu? Bedir muharebesinde müşriklerin zahiri güç olarak fevkalade üstün bir durumda olmalarına rağmen içinde bulundukları hali Rabbimiz bakın ne güzel açıklıyor; "(Bedir'de) karşı karşıya gelen şu iki grubun halinde sizin için büyük bir ibret vardır. Biri Allah yolunda çarpışan bir grup, diğeri ise bunları apaçık kendilerinin iki misli gören kâfir bir gurup... Allah dilediğini yardımı ile destekler..." (Al-i Imran; 13)

Uhud muharebesi sona erip Efendimiz (S.A.V) ordusuna müşrikleri takip etmelerini emretmesine karşılık savaş yorgunluğu sebebiyle ağırdan alan ashaba hitaben şu Ayeti Kerime nazil olmuştur; "O (düşman) topluluğu takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onların ümit etmedikleri şeyleri umuyorsunuz. Allah ilim ve hikmet sahibidir."

slam düşmanlarının Müslümanlarla mücadelesindeki psikolojilerini ise Kur'an şöyle haber veriyor: "Ehl-i kitaptan inkâr edenleri, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin kendilerini koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah(ın azabı) onlara beklemedikleri yerden geliverdi. O, (onların) yüreklerine korku düşürdü..." (Haşr; 2) Burada bahsedilenler Efendimiz (S.A.V)e ihanet eden Nadiroğulları Yahudileridir. Onların Müminlere mağlup olmalarının sebebi olarak yüreklerine düşen korkudan söz edilmektedir. Bu durum genelleştirildiğinde korkunun yenilgi sebebi olduğu beyan buyrulmaktadır.

Gündemi davası olmayanlar: Bunlar, aslında düşmanlarının belirlediği gündemlerin peşine takılıp sürüklenenlerdir. Bir toplumun gündemindeki olaylar o toplumun önceliklerinin, kaygı ve hedeflerinin göstergesidir. Günümüz Müslümanlarının çoğunun gündemini yoğun bir şekilde futbol maçlarının sonuçları, hangi takımın şampiyon olacağı döviz-borsa haberleri oluşturmaktadır. Dolayısı ile tuttuğu takımın şampiyon olamamasının, dövizin-borsanın düşmesi ya da yükselmesi ile uğradığı maddi kayıpların üzdüğü kadar inançlarını yaşamadaki kısıtlamaların üzemediği bir insan, kendini ve imanını boğan zincirleri nasıl kırabilir, davasını nasıl başarıya ulaştırabilir?

Ümitsiz olup muvaffak olabileceğine inanamayanlar: Ferhat ile Şirin hikâyesinin yaşanmamış ama bir sevdayı anlatabilmek için uydurulmuş bir masal olduğunu zannederdim. Ama bir belgesel filmde Ferhat'ın deldiği dağı görünce bunun gerçek bir hayat hikâyesi olduğunu anladım. Bunun üzerine bu hikâyeden şöyle bir ders çıkardım. Ferhat kendi kendine; "Bu dağ delinir mi ya hu deli misiniz, divane misiniz?" diye sorsaydı bunu başarabilir miydi? O halde davamızı başarıya ulaştırmak için çalışmak dağı delmekten daha mı zor? Ümitliysek hayır. Ümitsiz isek evet...

Kazanıp muvaffak olamadığı takdirde hangi felaketlerin başına gelebileceğini göremeyenler: Bunun için çok söze ne gerek var. Irak'taki kardeşlerimiz emperyalistler ülkelerini işgal etmek için hazırlık yaptıkları zaman şu an içinde yaşadıkları felaketin kaçınılmaz olacağını bilseler, birkaç yılda milyona yakın insanın katledileceğini, ırz ve namuslarının heder edileceğini görebilselerdi onları vatanlarına asla sokmazlardı. Zamanında gereken önlemi almak için nasıl destanlar yazacak fedakârlıklar yaparlardı.

Bu çalışmalardan ne ganimet kazanacağını hesap edenler: Bunun anlaşılması için sahabe hayatına bakılmalıdır. Mus'ab b. Umeyr (r.a) Mekke'nin en zengin ailesine mensup en şık genci iken, Müslüman olup Medine'yi Hicret yurdu olarak hazırlamaya çalışırken hiçbir dünyalık beklentisi olmadığını asla aklımızdan çıkarmamalıyız. Uhud'da geçici de olsa bir bozgunun yaşanmasının sebebinin, savaş bitti, zafer kazanıldı zannedilip ganimet toplamaya koşmak olduğunu da bilmeyenimiz yoktur. Günümüzde de birçok insanın çalışmalardan uzak kalmalarının sebebi sorulduğunda cevap olarak "Yıllarca çalıştık, şunları bunları yaptık vs. vs. fakat oğlumu işe aldıramadım. Biz çalıştık falanca şu oldu bu oldu..." gibi lafları duymaktayız. Hz. Mus'ab'ın, Hz. Ammar'ın Hz. Habbab'ın çektikleri çilelerin sebebi oğullarını, damatlarını işe koymak şu bu makamlara gelmek olsaydı onların da bizimde halimiz ne olurdu? Zannederim biraz tefekkür edersek anlarız.

Alternatif, etkin güç haline gelmeden düşmanıyla masaya oturanlar: Bunu anlamak için Hicreti iyi anlamalıyız. Peygamberimiz (S.A.V) hicretten önce teklif müşriklerden gelmesine rağmen onlarla asla masaya oturmamıştır. Ancak Hicretten sonra Bedir, Uhud, Hendek gibi birçok mağlubiyeti onlara tattıran bir lider olarak Hudeybiye' de onlarla masaya oturmuştur.

Davasının ilkelerini uzlaşma adına tartışmaya açanlar ve bulundukları makam ve mevkiye hasımlarının destek ve himmetiyle gelenler: Bu durum daha çok, düşmanı karşısında yenilgiyi kabul etmiş, onların baskı ve dayatmaları altında onların müsaade ettiği kadar inançlarını yaşamaya razı olanların psikolojisidir. Bu açıdan, günümüzdeki "Dinler arası diyalog" gibi bir takım projelere "Amentü' de ittifak ettik." gibi ifadelerle destek olmak ve savunmak kendini yok etmek isteyenlere (Af buyurun) yalakalık etmekten başka bir şey değildir. Bu zihniyetle onlarla nasıl baş edilebilir. Şunu hiç unutmamak gerekir: Ağasına çok şirin gözükmeye, onun gözüne girmeye çalışan bir marabayı ağası ancak kâhya yapar. Asla kendisine alternatif bir ağa mertebesine yükselmesini istemez. Kâhya yaptıktan sonra da en kirli işlerinde tetikçi olarak kullanır. Bizim hedefimiz zalim küresel ağaların kâhyalığına razı olup kirli işlerinin aleti ya da tetikçisi olmak değil, bu küresel emperyalist ağaların karşısına adaletimizle alternatif medeniyetimizi kurmaktır. Müslümanlar, Müşriklerin Ebû Talib'e gelerek, Efendimiz (S.A.V)e Uzlaşma karşılığında vaat ettikleri tekliflerini "Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler vallahi davamdan vazgeçmem." diye neden reddettiğinin sebebi hikmetini artık anlamak zorundadırlar.

Muhatabını ikna edene kadar mücadele azminde olmayanlar: Herkes Hz.Ebû Bekir (r.a) gibi bir defa davetle Sıddîk mertebesine ulaşacak bir imana sahip olamaz. Bu sebeple Peygamberimiz (S.A.V) en acımasız düşmanlarına bile defalarca tebliğde bulunmuştur. Ebû Süfyan'da bunlardan biri idi ve Peygamberimiz (S.A.V) ve O'nun tebliğ ettiği dini ile savaşan orduların da komutanıydı. Ama ona, hanımına ve onlar gibi nice insanlara iman etmek, Mekke'nin fethinde ancak nasip olabilmiştir. Mekke'nin fethinin, Hicretin 21. yılında olduğu düşünülürse bazı insanların hakikatleri anlaması için ne kadar uzun zamana ihtiyaç olabileceği anlaşılır.

Düşmanımızın düşmanının, bizim de düşmanımız olabileceğini düşünemeyenler: Bu konuya güncel olması bakımından Irak'taki durumu örnek olarak vermek istiyorum. Saddam Kürtlerin ve Şiilerin düşmanı diye biliniyor ve ABD' de Saddam'ın düşmanı... Gerçek şu ki; ABD sadece Saddam'ın düşmanı değil, hem Şiilerin hem de Kürtlerin düşmanıdır. Bu gün Irak'taki işbirlikçiler "Düşmanımın düşmanı dostumdur." safsatasına inandıkları için gerçeği görememekte ve düşmanlarıyla işbirlikçiliği yapmaktadırlar. Ve ülkelerinin tüm ekonomik kaynaklarını onlara peşkeş çekip planlarına hizmet ederek düşmanlarını hala dost zannetmeye devam etmektedirler. Daha düşmanını dahi bilmeyen zavallılar onunla nasıl baş edebilsinler?

Kavramlarımıza sahip çıkalım!

ıÜüKavramlarımıza sahip çıkalım!

Şükrü Hüseyinoglu / sukruhuseyinoglu@anadolugenclik.com.tr

Kavramlar bir düşünce ve inanç sisteminin temel yapıtaşlarıdır. İnsanlar kavramlarla düşünür, kavramlarla konuşur, kavramlarla anlaşır, meramını kavramlarla anlatırlar. Bir düşünce ve inanç sistemini doğru anlamak, öncelikle onun üzerinde yükseldiği kavramları doğru anlamakla mümkündür. Alemlerin Rabbi (azze ve celle) tarafından insanlığın dünya ve ahiret saadeti için bildirilmiş yegane mutluluk reçetesi olan İslamı doğru anlamanın öncelikli şartı da budur. Yani İslamı doğru anlamak için onun kavramlarını doğru anlamak zorunluluğu vardır. Kavramların neye tekabül ettiklerini, hangi kavramın ne anlama geldiğini ve Kuranın hangi kavrama nasıl bir anlam kazandırdığını bilmeden İslamı doğru anlamak ve dolayısıyla gereğince hayata aktarmak mümkün değildir. Evet, Kuran kolaylaştırılmış apaçık bir kitaptır, İslam herkesin anlayıp yaşayabileceği sadelikte bir dindir. Fakat bu, Kuranı doğru anlamak ve İslamı gereğince yaşamak için hiçbir çabaya gerek olmadığı anlamına gelmemektedir. Tüm bunlar tabii ki cehd gerektiren ve bedel isteyen eylemlerdir. Hangimiz Resulallahın (a.s.) bu yolda cehd göstermediğini ve bedel ödemediğini söyleyebiliriz? Onun bu uğurda gösterdiği cehdin büyüklüğü ve ödediği bedellerin ağırlığını Kuran birçok ayetiyle haber vermektedir. Tek başına İnşirah Suresi bu konuda önemli ipuçları vermektedir.
Kuran kolaylaştırılmış apaçık bir kitaptır evet, fakat bu onun sade dille yazılmış bir roman gibi bir defada okunup her şeyiyle kavranılacağı anlamına gelmemektedir. Öyle olsaydı yüce Rabbimiz bizden Kuranı okuyup mesajlarını kavramak için gece kıyamına kalkmamızı ve onu tertil üzere, ağır ağır okumamızı istemezdi.
Kuranı doğru anlamak ve İslamı gereğince yaşamak, ciddi bir programı, çalışmayı, cehdi gerektiren eylemler olarak görülmelidir. Kuranı mealinden okumak, Kuranın temel mesajlarını anlamak için gerekli ve çok faydalı bir eylemdir tabii ki, fakat bunun Kuranı anlamak için yeterli olamayacağı açıktır. Kuranın kavramlarının doğru olarak bilinmesi ve ayetler arasındaki irtibata vakıf olunması Kuranı doğru anlamanın önemli sac ayakları arasında bulunmaktadır. Bunlar da Kuranla yoğunlaşmayı gerektirmektedir. Günümüzde Kurani kavramları doğru anlamaya yönelik kitlesel bir ilgiden söz etmek maalesef çok zor. Birçok Müslüman dahi ya Kurani kavramlardan tümüyle habersiz ya da bu kavramları Kurani anlamlarından uzaklaştırılmış, içerikleri alt üst edilmiş haliyle biliyor ve kullanıyor gündelik konuşmalarında.
İslam dünyasının tarihte büyük alt üst oluşlara sahne olduğu bilinmekte. Bu alt üst oluşların İslami değerlerin algılanması konusunda Müslümanlar üzerinde birtakım olumsuz etkilerinin olduğu aşikardır. Gerek siyasi anlaşmazlıklarla ortaya çıkan farklı fırkalar, gerekse kısa sürede İslami iktidarın ortadan kaldırılıp yerine Hilafet kılığında saltanat rejimlerinin tesis edilmesi, İslamın doğru anlaşılması konusunda da birtakım kırılmalara yol açmıştır. Giderek birer fıkhi ve itikadi fırka niteliği kazanan farklı siyasi grupların kendi yorumlarını mutlaklaştırmak için uydurma hadislere sarılmak da dahil referans arayışına girişmeleri ve daha da önemlisi önce Emevi ardından da Abbasi rejimlerinin hem kendi gayri İslami konumlarını ve uygulamalarını meşrulaştırmak hem de toplumu din adına manipüle etmek gayesiyle, adalet talebinden, iyiliği emr, kötülükten nehy sorumluluğundan, zulümle ve zalimlerle mücadele bilincinden uzaklaştırılıp salt bireysel ibadetlere indirgenmiş bir din anlayışını yaygınlaştırma yönündeki çabaları İslamın anlaşılması konusunda önemli kırılmalara sebep olmuştur.
İman ve ameli birbirinden tamamen bağımsızlaştıran ve imanı, yaptırımı olmayan, pratik sonuçları şart kılmayan salt bir iddiaya dönüştüren zalim de olsa, fasık da olsa, insanların malını da gasp etse, zinakar da olsa sultana itaati şart gören din anlayışları bu süreçlerin ürünü olarak ortaya çıktı.
İslamın temel kavramları da bu süreçlerde unutturulmaya, anlam çerçeveleri daraltılıp içleri boşaltılmaya başlandı. Tevhid, muvahhid, ilah, rab, ibadet, adalet, emanet, velayet, hilafet, infak, kıyam, cihad, ümmet, zulüm, zalim, fısk, fasık, tuğyan, tağut… Saltanat idarelerinin varlığını tehdit eden tüm bu kavramlar sulta rejimlerinin "dinde reform" projelerinin gadrine uğradı, anlam çerçeveleri daraltıldı, bu rejimler adına ehlileştirildi. İslamın birçok ibadet ve şiarı gibi (kuşatıcı ve diriltici toplumsal ve siyasi anlam ve işlevlere haiz Hacc ve Cuma namazı ibadetlerinin sıradan birer dini ritüel haline getirilmesi gibi) söz konusu kavramların da cesedi yaşatılırken anlamı ve işlevi geri plana itildi, hatta manipüle edildi.
Modern zamanlara geldiğimizde, emperyalistlerin İslam dünyasındaki taşeronluğu işlevini yürüten batıcı rejimlerin de, tıpkı Emevi-Abbasi sultaları gibi "dine karşı din" mantığıyla hareket edip, İslamın kavramlarını işlevsizleştirme, manipüle ve istismar etme yoluna gittiklerini görmekteyiz. İslama kökten düşman olan batıcı rejimlerin İslami kavramları istismar etme yönündeki yaklaşım ve çabalarını onların şeytani düzenleri açısından anlamak mümkün, zira saptırıcıların ilki ve önderi olan İblis de Allahın dosdoğru yolunun üzerine oturup insanları öylece saptırmaya çalışacağını söylemişti. (Bkz. Araf 7/16) Anlaşılması güç olan şu: İslam düşmanlığı açık olan, İslami değerlere açıkça düşmanlık eden batıcı rejimlerin İslami kavramlar üzerinde yaptığı tahribatlara karşı mücadele edip, İslami değerleri, İslamın kavramlarını savunması gereken birçok Müslüman nasıl olur da İslami kavramları gayri İslami sistemlerin saptırdığı şekilde algılar ve kullanır?
Bugün birçok Müslüman "Türk milletinden", "Kürt milletinden" veya "Arap milletinden" olduğunu söyleyebiliyorsa, şehadet ve şehid kavramlarını batıcı rejimlerin savaşları kapsamında algılamaya başlamışsa, "tağut" denilince yalnızca İblisi aklına getiriyorsa, "ilah" kavramını yaratıcı anlamıyla sınırlı olarak anlıyorsa, ortada büyük bir sorun var demektir. Kavramlarımız "resmen" çalınmış durumda dostlar! İçleri boşaltılıp manipüle edilmiş, inancımızın temel yapıtaşları olan kavramlarımız. Oysa Rabbimizin hidayet rehberi olarak bizlere bildirdiği Kuranda, "millet" kavramı din kavramıyla eş anlamlı kullanılmakta, dine tabi olanları ifade etmekte ve mesela "İbrahim milleti"nden söz edilmektedir; Türk, Kürt ya da Arap milletinden değil. "Şehadet" ve "şehid" kavramlarını, canlarını yalnızca ama yalnızca "Allah yolunda" feda edenler için anlamamız ve kullanmamız için bize ölçü veriyor Kuran. (Bkz. Bakara 2/154, Al-i İmran 3/169) "İlah" kavramının yaratıcı anlamıyla sınırlı olmadığını anlatmak için Rabbimiz, "La ilahe illallah" dememek için Hz. Peygamberle savaşlara tutuşan Mekke müşriklerinin "Göklerde ve yerde olanları yaratan kimdir?" sorusuna "Allah" diye cevap verdiklerini bildiriyor. (Bkz. Zümer 39/38)
Evet dostlar, kavramlarımıza sahip çıkmamız gerekiyor. İnancımızın temel yapı taşlarını, saptırıcıların, tağutların elinden kurtarmamız, onların manipülasyon ve istismarlarına karşı mücadele etmemiz gerekiyor. Allahın dinine tabi olmayıp, onu kendi batıl düzenlerine, saltanatlarına payanda kılmak isteyen batıl düzenlerin bu kirli tezgahını yerle bir etmeliyiz. Yüce Allahın dinini savunmanın mutlak bir gereğidir bu. Bu dinin, zulmü ve zalimleri inkılaba uğratmak için geldiğini, asla onlara payanda olmayı kabul etmeyeceğini dosta düşmana göstermemiz gerekmektedir.

Bu aydınların maksadı ne?

Bu aydınların maksadı ne?

Afşin Selim

31.10.2007

Goethe der ki: "Vatanını tanımayan insanın yabancı ülkeler için bir ölçüsü yoktur."

Bir Kırgız atasözünde de der ki: "Vatanına bağlanmayan halk olmaz, halkını sevmeyen yiğit olmaz."

Süleyman Nazif vatan için şöyle der: "Vatan sıhhate benzer, değeri kaybedilince anlaşılır."

Namık Kemal'in bir sözü gelir akla: "İnsan vatanı sever, çünkü hürriyeti, rahatı, hakkı vatan sayesinde kaimdir."

Bir grup aydın bildiri hazırlamış: "Gençlik vatan, millet, Sakarya söylemleri ile manipule ediliyor…"

Sahiden bu nasıl bir manipuledir? Bu gençliği, bu sokakları, bu şehirliyi kendi projeleri ve kendi emperyal idealleri doğrultusunda dönüştürmek isteyenlere karşı, halen daha halkınızı suçlu ilan ediyorsunuz. Günlük hayatta ne yaptığınızı merak ediyorum. Nerede, nerelerde yaşıyorsunuz? Bir bakkala, bir berbere girdiğinizde de, bu suçlayıcı ifadeleri mi kullanıyorsunuz, yoksa susuyor musunuz?

Bırakın bu entelektüel saldırıları. Vazgeçin artık bu işlerden. Çok okumuşluğunuz, çok yazmışlığınız, çok görmüşlüğünüz olabilir. Bu her şeyi danışacağımız otorite olmanız anlamına gelmiyor. O tabutları çığlıklarıyla kaldıran halkınıza bile tahammülünüz yok. Yersiz ve gereksiz suçlamalarda bulunuyorsunuz.

Ülkemizi yaşanmaz hale getiriyorlar. Verilen doğal tepkilerin arkasından hemen taarruz başlıyor:

Sizi gibi vatan, millet, Sakaryacılar… Her cümlede aynı taktikler: "Tamam bu ülkenin genç insanları vurulmuştur, ama…" İşte bu amalar var ya amalar, körleşme alametidir bunlar.

Boşa telâş etmeyin. Kaygılarınızı farklı doğrultulara sevk edin. Bilhassa 'etnik merkezli' kurgulanan mevcut bir iç çatışma hiçbir zaman hedefine ulaşamayacaktır.

Diğer türlüsü hakkında bu kadar kesin konuşamamakla birlikte, birbirimize karıştığımız bu ülke üzerinde tasarlanmak istenen bir etnik savaşın ütopik olduğu ve hiçbir zamanda hedefine ulaşamayacağını düşünenlerdenim. Türkiye medyasında çok görülüyor bu. Demokrasi şövalyeleri tarafından sıkça vurgulanıyor bu tür şeyler. Kaşıyorlar. Kelime ve kavramlar bir oyuncak gibi kullanılıyor.

Milli ruhtan, milli tepkiden ve milli öfkeden neden korkuluyor bu kadar? Kim istemez ki barış? Gerçekler acı! Gerçeklerden kaçış yok. Savaşsız bir barış nerede görülmüş?

Dikkat edilsin: Halka, suçluluk psikolojisi aşılıyorlar. Örtülü bir şekilde halkın öfkesine, çığlığına, tepkisine hakaret ediliyor. Bu topraklarda alaya alınan ve aşağılanan bir ezberdir bu: Vatan, Millet, Sakarya...

Amerika'da, dükkânına giren hırsızı baltayla kovalayan Giresunlu kardeşimizin taşıdığı ruh Topal Osman ruhu değil midir? Burası başka yere benzemez. Çünkü burası, oralar gibi değildir.

Gavura, işbirlikçiye, düşmana taarruz eden, eğilip bükülmeyen Selahaddin Eyyubi'lerin, Hilmi Musallimi'lerin torunlarına selâm olsun!