10 Nisan 2008 Perşembe

Zamanın Pençeleri Yırtıyorken Ruhumu…
Kuşandım yokluğunda hasretin en zavallı hâlini… Kokusunu özlüyorum görmediğim bendinin… Bu nasıl çılgınlık?!... Bu nasıl arzu?.. Kamçılıyor kan kan, sızı sızı vücudumu. Günahkâr bir vücud, tıpkı ölü bir cesed gibi… Ne, işliyor kelâmlar, ne de kulaklar duyuyor. Kurtarılmayı bekleyen umutlarım ancak seninle yer bulur Efendim!.. Yavaş yavaş bitiyorum, tükeniyorum damla damla… Katil gecelerin kokusu damarıma karışmış, tarih; mücrimliğimde beni satırlardan atıvermiş amansız… Ne umut, ne aşk… Hiçbiri kurtarmıyoır bu âciz köleyi, uzaklarda bekleyen çaresiz âşık gibi… Susan her zerrem aslındaseni zikrediyor Ya Rasûl!.. Amansız feryâtlarla sana çığlıklarımı duyuramadım… Lâyık olamadım belki ama, Hint gibi, Vahşi gibi yüzüne bakmaya muhtâcım…
Gel!..
Çiçek açmak ikliminde… Kolun kanadın kırılsa da, koşarak durmadan, dinlenmeden, varmak Sevgili’ye… Ya Rasûl!.. Adını düşürmesem sonsuza dej, beklesem seni en kuytu kuyularda Yûsuf gibi…
Ve…
Ve anlatsam seni her gördüğüme, bıkmadan… Usanmadan… Solumak o en güzel devirde en leziz kokunu. Ağlamayı sana adadım Sevgili!.. Çok günahkârım belki, belki yüzüne bakmaya, seni rüyada bile görme mükâfatına bile layık değilim… Ama şimdi, işte şu an bünyemdeki tüm hücrelerimde hissediyorum seni, Ya Rasûl
âllah!.. Aldığım her nefeste, bastığım toprakta, içtiğim âziz suda... Anlatamadığım satırlarda, adını zikrettiğim mısralarda seni anıyorum... Seni arıyorum her bir karışında zihnimin. Bulamıyorum yine de hiçbir yerde… Yanan ney’imde nefesini duyuyorum Habîb-el Neccâr…
İnleyen bestelerimde yokluyorum varlığını...
Akan
şelâlelerde, süzülüp giden ırmaklarda yaşıyorum aşkı yemyeşil bir renkte… En huzurlu ân’ımı hayalinle süslüyorum… Benim gerçek hayalim sensiz Ya Hâbîballah!..

Gel-Sen…
Kainatın kalbinin durduğu o anda,
Bütün bataklıklar kilitlenmişti sandıklara…
İsmin meydan okudu kör karanlıklara,
İnsanlık bir tek ruh oldu, senin asrında…
Sen ki; adı tarihlere sığdırılamayan,
Aşkı ile Hatice’yi, Aişe’yi sarsan…
Lügâtı şem’ine pervane yapan,
Sen ki ism-i celîlesi takdirlere şâyan…
Can tende her an efendisini özler,
Duramaz bir saniye, yollarını gözler…
Rüzgâr bile zikrin ile durmadan eser,
Bu kul her dem dünyasında seni ister…
Kuruyan sonbahar kâinatın dallarında,
Kopan bin bir umut, hep senin yokluğunda…
Bülbüller her seher figân ile feryâdlarda,
Kokunu duyur Sevgili!.. Gönül her an kıvranmakta…
Sen ki ahlâkı yüce Furkân-ı Kerim’sin,
Hasreti Ferhad’lara dağları deldirensin…
Uğrunda yüreklerin parça parça kesildiği,
Asıl vuslat seninledir! Gel kâinat sevinsin!..
Mücrim ve günâha mübtela bu kalpte; sen…
Atan kalbin pandülünde, hayalde ve düşte; sen…
Sensiz bu ümmet ne halde, bir kerecik görebilsen!..
Kim şefaat eder bu acizlere sen olmaz isen?..
Uzadıkça uzuyor, saniyeler, dakikalar…
Artık hasret döküyor ten’ler, damarlar…
Islanan toprak her adımda seni anar…
Ey Nebî!.. Yokluğunda dinmeyen kıyametler kopar…
Gel!.. Kansın doya doya, susamış ten’ler,
Gel!.. Ağlasın sevincinden şehidler…
Gel!.. Kâinatlara ismi nur diye kazılan…
Ümmetin sensiz ne’yler?.. Sensiz diller ne söyler?..
Gel…

NE İÇİN SAVAŞ

Savaşmak, mücadele etmek doğanın karmaşık yapısında hayatta kalmak için gerekli, gerekli olduğu kadar zaruri olgulardır. Bunu insan boyutunda düşünelim: Dünyaya gelen insan yaşamını sürdüreceği doğayı tanımak için, zihinsel, fiziksel ve psikolojik açıdan her türlü donanıma sahip olarak önündeki engellerle başa çıkmaya çalışır. Doğadaki canlıların yaşam alanları onların organik ve fiziksel yapısına uygun alanlardır. Bir kutup ayısını sahra çölünde yaşatamazsınız. İnsanlar da böyledir. Kendi kültüründe, sosyal yapısında yaşamak ister. Özgürlük kavramı işte burada can alıcı öneme sahiptir. İnsan kendi toprağında, dinini, örfünü ve ahlakını yaşayamıyorsa, savaş kaçınılmazdır. Psikolojik savaşla başlayan bu hareketlilik sonunda kendini gösterir. Böyle bir ortam oluştuktan sonra oturulup biraz düşünülmelidir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli fark insanın “aklını kullanabilmesi”dir. Akıllı bir insan inançlarını, değerlerini koruyabilecek ve yaşatacak yeterliliğe sahiptir. İnsan olaylar karşısında metanetini bozmadan sabırla beklemesini bilmelidir. Sabırla beklerken boş durmaz elbette... Bu süreçte çalışır ve bilir ki insanlığı doğruya götürecek olan gemiyi bilir ona biner. O gemiyi alabora etseler bile inanan insan o gemiyi yeniden inşa eder. İşte savaş budur, inananın savaşı…

Savaş denilince akla ilk gelenlerden biri de silahlı mücadeledir. Silahlı mücadeleyi gerekli kılan belli başlı sebepler vardır. Vatan toprağına gelebilecek olası bir saldırı bunlardan biridir. İnanan Müslüman her ne pahasına olursa olsun toprağını korur. Evet, burada bir soru sormak gereğini duyuyorum: Toprağıma gelebilecek bir saldırının, toprağımda bulunan kamu kuruluşunun yabancılara satılmasından ne farkı var? Bunun cevabını aklını kullanabilen her insan verir. Tabi kullanmasına mani olan kimse yoksa… Ben müslümanım elhamdulillah aklımı da kullanabiliyorum. Özgürlüğüme, özüme sahip çıkmak için mücadele veriyorum, savaşıyorum. Savaşın kötü olduğunu ahlaki boyutunu tartışanlara bir örnek vermek istiyorum: Unutmayalım ki İslam dinini yaymak için görevlendirilen, iki cihan perveri peygamber efendimiz de savaştı. Allah yolunda savaştı. Bu inananların savaşını, mücadelelerini her yönden haklı çıkaran değişmeyen, değişmeyecek olan bir değerdir. Buna sahip çıkalım gerekirse savaşıp canımızı seve seve verelim.

“Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayat;
Hülâsa, aile hissiyle cümle hissiyât,
Mukaddesâtı için çırpınan yürekte olur.
İçinde leş taşıyan sineden ne hayır umulur!
Vatan felakete düşmüş Onun hamiyyetı cûş.
Eder mi zannediyorsun? Herif, vatan berdûş!
Fakat sen öyle değilsin senin yanar ciğerin
“Vatan” deyip öleceksin semâda olsa yerin”
(Fatih Kürsüsünde/ s. 282)

MEHMET AKİF ERSOY

NE İÇİN SAVAŞ

Savaşmak, mücadele etmek doğanın karmaşık yapısında hayatta kalmak için gerekli, gerekli olduğu kadar zaruri olgulardır. Bunu insan boyutunda düşünelim: Dünyaya gelen insan yaşamını sürdüreceği doğayı tanımak için, zihinsel, fiziksel ve psikolojik açıdan her türlü donanıma sahip olarak önündeki engellerle başa çıkmaya çalışır. Doğadaki canlıların yaşam alanları onların organik ve fiziksel yapısına uygun alanlardır. Bir kutup ayısını sahra çölünde yaşatamazsınız. İnsanlar da böyledir. Kendi kültüründe, sosyal yapısında yaşamak ister. Özgürlük kavramı işte burada can alıcı öneme sahiptir. İnsan kendi toprağında, dinini, örfünü ve ahlakını yaşayamıyorsa, savaş kaçınılmazdır. Psikolojik savaşla başlayan bu hareketlilik sonunda kendini gösterir. Böyle bir ortam oluştuktan sonra oturulup biraz düşünülmelidir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli fark insanın “aklını kullanabilmesi”dir. Akıllı bir insan inançlarını, değerlerini koruyabilecek ve yaşatacak yeterliliğe sahiptir. İnsan olaylar karşısında metanetini bozmadan sabırla beklemesini bilmelidir. Sabırla beklerken boş durmaz elbette... Bu süreçte çalışır ve bilir ki insanlığı doğruya götürecek olan gemiyi bilir ona biner. O gemiyi alabora etseler bile inanan insan o gemiyi yeniden inşa eder. İşte savaş budur, inananın savaşı…

Savaş denilince akla ilk gelenlerden biri de silahlı mücadeledir. Silahlı mücadeleyi gerekli kılan belli başlı sebepler vardır. Vatan toprağına gelebilecek olası bir saldırı bunlardan biridir. İnanan Müslüman her ne pahasına olursa olsun toprağını korur. Evet, burada bir soru sormak gereğini duyuyorum: Toprağıma gelebilecek bir saldırının, toprağımda bulunan kamu kuruluşunun yabancılara satılmasından ne farkı var? Bunun cevabını aklını kullanabilen her insan verir. Tabi kullanmasına mani olan kimse yoksa… Ben müslümanım elhamdulillah aklımı da kullanabiliyorum. Özgürlüğüme, özüme sahip çıkmak için mücadele veriyorum, savaşıyorum. Savaşın kötü olduğunu ahlaki boyutunu tartışanlara bir örnek vermek istiyorum: Unutmayalım ki İslam dinini yaymak için görevlendirilen, iki cihan perveri peygamber efendimiz de savaştı. Allah yolunda savaştı. Bu inananların savaşını, mücadelelerini her yönden haklı çıkaran değişmeyen, değişmeyecek olan bir değerdir. Buna sahip çıkalım gerekirse savaşıp canımızı seve seve verelim.

“Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayat;
Hülâsa, aile hissiyle cümle hissiyât,
Mukaddesâtı için çırpınan yürekte olur.
İçinde leş taşıyan sineden ne hayır umulur!
Vatan felakete düşmüş Onun hamiyyetı cûş.
Eder mi zannediyorsun? Herif, vatan berdûş!
Fakat sen öyle değilsin senin yanar ciğerin
“Vatan” deyip öleceksin semâda olsa yerin”
(Fatih Kürsüsünde/ s. 282)

MEHMET AKİF ERSOY

ASIM NESLİ NEDİR?.


v Asım nesli; Kuran-ı kerim’e ve sünnetlere sımsıkı sarılmıştır.

v Asım nesli; Asla oyuna gelmez, kimin ne yaptığından az çok haberdardır.

v Asım nesli; Gözlerin görmesi gerektiklerini görür. Görmemesi gerekenleri görmez.

v Asım nesli; Ateşlidir, azimlidir, alçakgönüllüdür. Herkesin kendisi gibi olması için gece gündüz çalışır.

v Asım nesli; Silahının dua olduğunu ve nerede kullanması gerektiğini bilir.

v Asım nesli; Yalnız ve yalnız Rabbinden korkar. Rabbi dışındakilerin onu kınamasından da zulmünden de korkmaz.

v Asım nesli; ABD, İsrail, İngiltere gibi soyu sopu belli olmayanların uşaklığını yapmaz.

v Asım nesli; Namusunu çiğnetmez. Haçlı seferlerinde, Malazgirtte, Kurtuluş savaşında nasıl çiğnetmediyse yine çiğnetmez.

v Asım nesli; Dinini, vatanını, bayrağını canından çok sever. Gerektiğin de uğrunda ölür de öldürür de.

v Asım nesli; Dinine ve diğer kutsal değerlerine laf söyletmez. Söyleyenler hakkında gerekeni yapar. Zorba değildir…

v Asım nesli; Asimile olmaz. Boyunduruk altına girmez.

v Asım nesli; Dostunu bilir. Düşmanını da bilir. Herkes onun ne yapacağını önceden bilir. Çünkü rehberi bellidir.

v Asım nesli; Cehenneme oluk oluk giden adeta bunun için çalışan, insanlar güruhundan bir tek insan bile olsa kurtarmak için çalışır.

v Asım nesli; Yüzündeki nurdan belli olur. Gittiği her yer de onun olduğu belli olur.

v Asım nesli; Sabırlıdır bilir ki sabredenlere mükafatları sınırsız ödenir, bugün yapamadığını yarın, yarın yapamadığını yıllar sonra Rabbimizin izniyle yapar.

fıkra

AŞIRI İSLAMCI, MASUM BİR AMERİKALI KÖPEĞİ ÖLDÜRDÜ

New york ta bir adam bir parkta gezintiye çıkmıştı. Birden bir köpeğin küçük bir kız çocuğuna saldırdığını gördü. Adam hemen çocuğun yanına koştu ve köpekle onuı öldürünceye kadar boğuştu. Çocuğun hayatını kurtarmıştı. Bu esnada bir polis de olup biteni gözlüyordu, adama doğru yöneldi ve ona: Sen gerçek bir kahramansın! dedi. Yarın “ Newyorklu cesur bir adamın küçük bir kız çocuğunun hayatını kurtardığını “ gazete manşetlerinden okuyacağız.

Adam cevap verdi: “ fakat ben Newyorklu değilim değilim.” Polis, o halde haber şöyle olacak dedi: Amerikalı cesur bir adam küçük bir kız çocuğunun hayatını kurtardı.” Adam yine cevap verdi: “ Ben Amerikalı da değilim” Polis şaşırarak sordu: “Nerelisin?” Adam: “Pakistanlıyım” dedi…

Ertesi gün gazeteler, ‘ aşırı bir İslamcının masum bir Amerikalı köpeği öldürdüğünü’ yazıyordu.

MATEMATİKSEL HAYAT

Eger "9" canli olsaydin bile
En çok "8" kez kaçabilirdin ölümden
Bilki "7" düvele sultan olsan dahi
Yerin "6" mekan olacak sana
En fazla "5" metre kumaş götürebileceksin
Kapatacaksin "4" açsanda gözünü
Bu dünya "3" günlük dünya
Azrailin yaninda "2" kat olup yalvarsanda nafile
Elbet "1" gün öleceksin
Işte o zaman herşey "0" dan başlayacak…

8 Nisan 2008 Salı

Allah adın zikredelim evvela

Vacip oldur cümle iş de her kula

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’ a mahsustur. Salat ve selam Peygamber efendimizin onun temiz ali ve ashabının üzerine olsun.

Sizlere son devrin mürşidi kâmili Süleyman Hilmi tunahan (k.s) hazretlerini tanıtmaya çalışacağız. Fakat bilinmelidir ki bu çalışmamız ancak okyanustaki bir damla gibi olacaktır.Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) Hazretleri, Rumi 1304 (Miladi 1888) yılında Silistre’ de dünyaya geldiler. Babası, tahsilini İstanbul’da tamamlamış ve Silistre’nin Satırlı medresesi’nde yıllarca müderrislik etmiş Osman Efendi’dir. Dedesi ise Kaymak Hafız namıyla maruf bir zat olup 110 yaşına doğru vefat etmiş olan Mahmut Efendi’dir.

Hocazadeler olarak bilinen bu asil ailenin ceddi idris bey’e dayanır. İdris Bey, Fatih Sultan Mehmed tarafından Tuna hanı nasbedilmiş üstelik kendisine kız kardeşi verilmiş bir zattır.

Babası Osman Efendi, İstanbul’da tahsiline devam ederken bir rü’yasında, vücudundan kopan bir parçanın gökyüzüne çıkıp etrafa ışıklar saçtığını görür. Rü’yayı, sulbünden gelecek bir evladının dünyayı ma’nen aydınlatacağı şeklinde tabir eder.Bu isti’dadı; Fehim,Süleyman Hilmi,İbrahim ve Halil isimli dört çocuğundan Süleyman Hilmi de görür. Onun yetişmesi için hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz ve fevkalede alaka gösterir.

Süleyman efendi, ilk tahsilini Satırlı Medresesi’nde ve Silistre Rüştiyesi’nde yaptı. Daha sonra babası, tahsilini tamamlamak üzere onu İstanbul’a gönderdi ve şu tavsiyede bulundu: Oğlum! Usul-i fıkıh ilmine iyi çalışırsan dininde kuvvetli olursun,mnatık ilmine çalışırsan ilminde kuvvetli olurusun .’

İstanbul’ da Fatih dersiamlarından ve devrin meşhur alimlerinden Bafralı Ahmed Hamdi Efendi’nin ders halkasına oturdu ve birincilikle icazet aldı. Bilahare ihtisasını yapmak üzere Süleymaniye Medreseleri, Medresetü’l- Mutehassısin’in Tefsir ve Hadis şubesine girip birinci derece ile mezun oldu. Böylelikle devrinin akli ve nakli ilimlerinde en yüksek dereceyi elde etmiştir.

Ezeli taktir olarak Silsile-i Sadat’ın 33. ve son halkası kendilerinin nasibi olduğundan, Seyyidler zincirinin 32. halkası Salahuddin ibnü Mevlana Siracüddin (k.s) Hazretleri’nden seyr ü sulukunu tamamladılar. Sonra tecelliyatın büyüklüğünden üstazı kendilerini İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elfisani(k.s) Hazretleri’nin nisbet-i ruhaniyesine teslim ettiler. Dünyanın şu son zamanlarında ilahi feyzden nasipleri bulunan insanları yüksek himmetleriyle küfr u dalal çukurundan iman ve ihlas sahasına çekip çıkardılar, halen de çıkarmaktadırlar.

Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) hazretleri, 16 Eylül 1959 Çarşamba günü irtihal buyurdular. Ancak tasarruf ve irşadları devam etmektedir.

Dünya’ da eğer bugün olmaması gerekenler oluyor ise, ülkeler teröre ve diğer meselere çözüm bulamıyorlarsa zina, faiz almış başını gidiyorsa bunun tek nedeni İslam’ın dünyaya hâkim olmayışındandır. Peygamberimizin buyurduğu gibi; Âlimler peygamberlerin varisleridir’ bu varis de Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) olduğuna göre ona bağlanmak ve Kur’an-ı kerim ne diyorsa peygamberimizin sünneti nasıl olmamız gerektiğini söylüyorsa öyle yaşamaktır.

Onun mübarek ağızlarından dökülen şu sözleri beynimize çivilemeli. Bu sözler üzerinde düşünmeli, nasıl bir yol üzerinde olduğumuza karar vermeliyiz.

- “ Bu vazifeleri siz devam ettireceksiniz. Buna mecbursunuz. Bunu yapmadığınız takdirde şu 10 parmağımı mahşerde yakanızda bulacaksınız. En namüsait zamanlarda dahi talebe okutmaya devam edeceksiniz. Dağ başında olsanız, elinize bir kişi dahi geçse ona Kur’an-ı ve dini öğreteceksiniz.”

- “ Elhamdülillah! Bu çektiğimiz sıkıntılar, Resulüllah Efendimizin yolunda olduğumuzun delilidir.”

- “ Okuyup ne olacaksın? Diyenlere, şöyle cevap vermeli: Öğrendiğimle amel edeceğim. İlmimi ikmal edip de vazife verildiği vakit, batağa düşmüş olan ümmeti bataktan kurtarmayı vazife bileceğim. Ve rıza-i ilahiyi kazanmaya çalışacağım.”

Kaynakça: Fazilet takvimi, Altun silsile Osmanlı yayınları

Yazar: Fatih ÇAYIR

AŞIRI İSLAMCI, MASUM BİR AMERİKALI KÖPEĞİ ÖLDÜRDÜ

New york ta bir adam bir parkta gezintiye çıkmıştı. Birden bir köpeğin küçük bir kız çocuğuna saldırdığını gördü. Adam hemen çocuğun yanına koştu ve köpekle onuı öldürünceye kadar boğuştu. Çocuğun hayatını kurtarmıştı. Bu esnada bir polis de olup biteni gözlüyordu, adama doğru yöneldi ve ona: Sen gerçek bir kahramansın! dedi. Yarın “ Newyorklu cesur bir adamın küçük bir kız çocuğunun hayatını kurtardığını “ gazete manşetlerinden okuyacağız.

Adam cevap verdi: “ fakat ben Newyorklu değilim değilim.” Polis, o halde haber şöyle olacak dedi: Amerikalı cesur bir adam küçük bir kız çocuğunun hayatını kurtardı.” Adam yine cevap verdi: “ Ben Amerikalı da değilim” Polis şaşırarak sordu: “Nerelisin?” Adam: “Pakistanlıyım” dedi…

Ertesi gün gazeteler, ‘ aşırı bir İslamcının masum bir Amerikalı köpeği öldürdüğünü’ yazıyordu.

ADALET

İnsanlık var olduğundan beri dünyanın her yerinde her zaman adalet aranmış, adaletin özlemi çekilmiş ve gerçekleştirilmesi için çalışılmıştır. Adaletin bu kadar çok aranmasının ve özleminin çekilmesinin sebebi onun karşıtı olan zulümdür. Zulmün cefâ, işkence, eziyet, baskı, eşitsizlik ve haksızlık gibi bir çok şekilleri olduğu gibi adaletin de; hakkaniyet, ihsan, insaf, eşitlik, dürüstlük gibi bir çok çeşitleri vardır. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde söz konusu adalet hakkında bazen açık bilgi olsa da çoğu zaman özlemi çekilen adalet hakkında bir takım ipuçları verilmiştir.
Adalet iki türlüdür:
Allah’ın adaleti, insanların adaleti. Adalet Allah’ın bir vasfıdır. Allah Âdildir, Allah’ın adaleti mutlak, kâmil, ideal ve kusursuzdur. Allah Teala’nın Peygamberlerine vahyettiği hükümlerin temelinde adalet vardır. Bu hükümlerin uygulanmasının amacı da adaleti gerçekleştirmektir. Dinî hükümlerin özü ve ruhu adalettir. Adaleti sağlamayan kanun, ruhsuz beden gibidir. İbadetlere, ahlâka, hukuka, siyasete, ekonomiye, ticarete, sosyal ve beşeri ilişkilere değer ve anlam kazandıran adalettir. Bir hukuk sistemi ve kanunlar dizisi, adaleti içerdiği ve yansıttığı ölçüde değerlidir.
Allah Teala’nın adaleti onun bütün fiillerinde vardır. Evrenin ve dünyanın; maddenin, bitkilerin ve tüm canlıların yaratılışlarına ve yaşamalarına ilişkin ilahî fiillerin hepsi adildir. İlahî adalet her zaman varlığın her çeşidini ilgilendirir. Bunun insanlarla ilgili kısmı o adaletin bir parçasıdır. İlahî adaletin bir de ölümden ve kıyametten sonra gerçekleşecek olan kısmı vardır. İlahî adalet bu genişlikte ve kapsamda düşünüldüğünde onu daha iyi anlamak mümkün olur. Allah Teala’nın dünya hayatında insanlarla ilgili adaleti, bunun ahiretle ilgili boyutundan soyutlanarak değerlendirilirse yanlış anlaşılır. İlahî adalet diye bir şey “yoktur” sonucuna varılabilir. Bunun için ahirete inanmayanlar Allah’ın adaletini anlayamazlar.

İnsanların uyguladıkları adalet; ise mutlak ve kâmil adalete nazaran eksik ve değişken bir adalettir. Adalet, bütün bireylerin ve toplumların eylem ve davranışlarında varolması ve gözetilmesi gereken bir fazilettir. Âdil bir kişi faziletlidir, adaletin egemen olduğu bir toplum faziletli bir toplumdur.
Âdil olan Allah Teala her şeyi hak ve adaletle, yani ölçülü ve dengeyle yaratmış, bu düzenin korunmasını kullarından istemiştir. Diğer taraftan şeytan ve nefs bu düzeni bozarak haksızlıklara, adaletsizliklere ve zulme sebep olmaktadır. Bozulan düzeni yüce Allah’ın buyruğuna göre yeniden kurmak müminlerin görevidir...
Adalet bir bütündür, parçalanamaz. Bir ülkede ve toplumda eğer adalet gerçekleşecekse her anlamda birlikte ve birbirlerine paralel bir şekilde gerşekleşir. Mesela siyasette adaletin olması mutlaka hukukta ve ekonomide de adaletin olmasını gerektirir. Siyasette adaletin olup da ekonomide olmaması düşünülemez. Bunlar sıkı ve ayrılmaz şekilde birbirlerine bağlıdır.
Bir toplumda yüzde yüz adalet de adaletsizlik de olmaz. Yüzde yüz adaleti gerçekleştirmek bir idealdir. Bu ideale her ne kadar yaklaşılırsa o kadar iyidir. Ama, “Tamam, adalette son noktaya varıldı, her şey mükemmel ve dört dörtlük” denilecek noktaya hiçbir zaman varılmaz. Diğer taraftan yüzde yüz adaletsiz, haksız ve zalim bir toplum da düşünülemez. Çünkü böyle bir toplumun yaşama şansı yoktur. En adaletsiz denilen toplumlarda bile az çok bir adalet, bir parça hakkaniyet vardır. Ancak bu bile o toplumların uzun süre varlıklarını korumalarına ve sürdürmelerine yetmez. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Bütün toplumlar adaleti, hakkaniyeti ve eşitliği egemen kılmak için kanunlar yapar, bir takım müesseseler kurarlar. Ancak bunu yaparken bazen, “Biz ve ötekiler” ayrımı yaparak yola çıkarlar. Kişi, kurum, kuruluş ve zümrelere ayrıcalıklar tanıyarak veya bunları keyiflerine göre uygulayarak veyahut da yorumlayarak adaletsizliğe sebep olurlar. Adaleti hakim kılmak iddiasıyla çıkarılan ve yürürlüğe konulan kanunların adaletsizliğe sebep olduğu sıkça görülür.
Adaleti hakim kılmak ve savaşları önlemek için başta BM olmak üzere bir çok milletler arası kuruluşlar kurulmuş, insan hakları beyannameleri yayımlanmıştır. Ama bu kuruluşlar çoğu zaman egemen güçlerin arzu ve çıkarları doğrultusunda çalışmaktadırlar. Süper üstün güç, adalet, hak-hukuk tanımıyor, eşitlik nedir bilmiyor. Hatta haktan, adaletten, eşitlikten ve barıştan rahatsız bile oluyor. Gücü olan aynı zamanda adil ve haklı olmazsa, zulüm sebebi ve aracı oluyor. Güçsüz adalet bu durumda eziliyor, hak hukuk yok olup gidiyor.
Dünyaya medeniyet dersi veren ve insanlığın ne olduğunu öğreten(!) ABD ve AB ülkeleri bugün başka milletlere ve toplumlara ait topraklar, yerüstü ve yeraltı zenginlikler üzerinde “Stratejik çıkar” adı altında hak iddia ediyor, onların güvenliklerini ve bağımsızlıklarını tehdit ediyor. Savaşarak, hem bombalar yağdırarak, ortalığı kangölüne çevirerek amaçlarına ulaşmakta bir sakınca görmüyorlar. Bu durumu, “Tek dişi kalmış canavar” diye niteleyen şaire, “Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlahî” dedirten manzaralar bugün de sergileniyor. İnsanların ölümüne, beldelerin harap olmasına, kadınların dul, çocukların yetim, bir çok kişinin sakat kalmasına sebep olan canavarlar, hunharlar, cahiller ve haydutlar eksik olmuyor.
Müslüman adaleti ve hakkaniyeti egemen kılmak için her yerde her zaman adaletsizlik, haksızlık, ve zulümle mücadele etmek zorundadır.(Adaletsizlik zulümdür. Zulüm de en büyük günahlardandır). İçteki adaletsizlik ve haksızlıkla mücadele etmeyenler mutlaka dıştan gelen adaletsizlik ve haksızlıklara, zulme ve baskıya maruz kalırlar. Başına gelene bakıp başkasını suçlayan, onun kadar kendisinin de suçlu ve sorumlu olduğunu bilmedikçe kurtuluşa giden yolu bulamaz. Bize dokunmayan yılan’a dua ettikçe zehirler akıttı bu yılanlar içimize

Ünal AYDOĞAN

SAVAŞ ???


Savaşmak, mücadele etmek doğanın karmaşık yapısında hayatta kalmak için gerekli, gerekli olduğu kadar zaruri olgulardır. Bunu insan boyutunda düşünelim: Dünyaya gelen insan yaşamını sürdüreceği doğayı tanımak için, zihinsel, fiziksel ve psikolojik açıdan her türlü donanıma sahip olarak önündeki engellerle başa çıkmaya çalışır. Doğadaki canlıların yaşam alanları onların organik ve fiziksel yapısına uygun alanlardır. Bir kutup ayısını sahra çölünde yaşatamazsınız. İnsanlar da böyledir. Kendi kültüründe, sosyal yapısında yaşamak ister. Özgürlük kavramı işte burada can alıcı öneme sahiptir. İnsan kendi toprağında, dinini, örfünü ve ahlakını yaşayamıyorsa, savaş kaçınılmazdır. Psikolojik savaşla başlayan bu hareketlilik sonunda kendini gösterir. Böyle bir ortam oluştuktan sonra oturulup biraz düşünülmelidir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli fark insanın “aklını kullanabilmesi”dir. Akıllı bir insan inançlarını, değerlerini koruyabilecek ve yaşatacak yeterliliğe sahiptir. İnsan olaylar karşısında metanetini bozmadan sabırla beklemesini bilmelidir. Sabırla beklerken boş durmaz elbette... Bu süreçte çalışır ve bilir ki insanlığı doğruya götürecek olan gemiyi bilir ona biner. O gemiyi alabora etseler bile inanan insan o gemiyi yeniden inşa eder. İşte savaş budur, inananın savaşı…

Savaş denilince akla ilk gelenlerden biri de silahlı mücadeledir. Silahlı mücadeleyi gerekli kılan belli başlı sebepler vardır. Vatan toprağına gelebilecek olası bir saldırı bunlardan biridir. İnanan Müslüman her ne pahasına olursa olsun toprağını korur. Evet, burada bir soru sormak gereğini duyuyorum: Toprağıma gelebilecek bir saldırının, toprağımda bulunan kamu kuruluşunun yabancılara satılmasından ne farkı var? Bunun cevabını aklını kullanabilen her insan verir. Tabi kullanmasına mani olan kimse yoksa… Ben müslümanım elhamdulillah aklımı da kullanabiliyorum. Özgürlüğüme, özüme sahip çıkmak için mücadele veriyorum, savaşıyorum. Savaşın kötü olduğunu ahlaki boyutunu tartışanlara bir örnek vermek istiyorum: Unutmayalım ki İslam dinini yaymak için görevlendirilen, iki cihan perveri peygamber efendimiz de savaştı. Allah yolunda savaştı. Bu inananların savaşını, mücadelelerini her yönden haklı çıkaran değişmeyen, değişmeyecek olan bir değerdir. Buna sahip çıkalım gerekirse savaşıp canımızı seve seve verelim.

“Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayat;
Hülâsa, aile hissiyle cümle hissiyât,
Mukaddesâtı için çırpınan yürekte olur.
İçinde leş taşıyan sineden ne hayır umulur!
Vatan felakete düşmüş Onun hamiyyetı cûş.
Eder mi zannediyorsun? Herif, vatan berdûş!
Fakat sen öyle değilsin senin yanar ciğerin
“Vatan” deyip öleceksin semâda olsa yerin”
(Fatih Kürsüsünde/ s. 282)



ASIM NESLİ NEDİR?.

ASIM NESLİ NEDİR?.

v Asım nesli; Kuran-ı kerim’e ve sünnetlere sımsıkı sarılmıştır.

v Asım nesli; Asla oyuna gelmez, kimin ne yaptığından az çok haberdardır.

v Asım nesli; Gözlerin görmesi gerektiklerini görür. Görmemesi gerekenleri görmez.

v Asım nesli; Ateşlidir, azimlidir, alçakgönüllüdür. Herkesin kendisi gibi olması için gece gündüz çalışır.

v Asım nesli; Silahının dua olduğunu ve nerede kullanması gerektiğini bilir.

v Asım nesli; Yalnız ve yalnız Rabbinden korkar. Rabbi dışındakilerin onu kınamasından da zulmünden de korkmaz.

v Asım nesli; ABD, İsrail, İngiltere gibi soyu sopu belli olmayanların uşaklığını yapmaz.

v Asım nesli; Namusunu çiğnetmez. Haçlı seferlerinde, Malazgirtte, kurtuluş savaşında nasıl çiğnetmediyse yine çiğnetmez.

v Asım nesli; Dinini, vatanını, bayrağını canından çok sever. Gerektiğin de uğrunda ölür de öldürür de.

v Asım nesli; Dinine ve diğer kutsal değerlerine laf söyletmez. Söyleyenler hakkında gerekeni yapar. Zorba değildir…

v Asım nesli; Asimile olmaz. Boyunduruk altına girmez.

v Asım nesli; Dostunu bilir. Düşmanını da bilir. Herkes onun ne yapacağını önceden bilir. Çünkü dosdoğrudur.

v Asım nesli; Cehenneme oluk oluk giden adeta bunun için çalışan, insanlar güruhundan bir tek insan bile olsa kurtarmak için çalışır.

v Asım nesli; Yüzündeki nurdan belli olur. Gittiği her yer de onun olduğu belli olur.

v Asım nesli; Sabırlıdır bilir ki sabredenlere mükafatları sınırsız ödenir, bugün yapamadığını yarın, yarın yapamadığını yıllar sonra Rabbimizin izniyle yapar.

Bırakın mâtemi yâhut Bırakın feryadı,
Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı!
Gözyaşından ne çıkarmış? Neye ter dökmediniz?
Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz!
(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 182)

Gel-Sen…


Kainatın kalbinin durduğu o anda,
Bütün bataklıklar kilitlenmişti sandıklara…
İsmin meydan okudu kör karanlıklara,
İnsanlık bir tek ruh oldu, senin asrında…
Sen ki; adı tarihlere sığdırılamayan,
Aşkı ile Hatice’yi, Aişe’yi sarsan…
Lügâtı şem’ine pervane yapan,
Sen ki ism-i celîlesi takdirlere şâyan…
Can tende her an efendisini özler,
Duramaz bir saniye, yollarını gözler…
Rüzgâr bile zikrin ile durmadan eser,
Bu kul her dem dünyasında seni ister…
Kuruyan sonbahar kâinatın dallarında,
Kopan bin bir umut, hep senin yokluğunda…
Bülbüller her seher figân ile feryâdlarda,
Kokunu duyur Sevgili!.. Gönül her an kıvranmakta…
Sen ki ahlâkı yüce Furkân-ı Kerim’sin,
Hasreti Ferhad’lara dağları deldirensin…
Uğrunda yüreklerin parça parça kesildiği,
Asıl vuslat seninledir! Gel kâinat sevinsin!..
Mücrim ve günâha mübtela bu kalpte; sen…
Atan kalbin pandülünde, hayalde ve düşte; sen…
Sensiz bu ümmet ne halde, bir kerecik görebilsen!..
Kim şefaat eder bu acizlere sen olmaz isen?..
Uzadıkça uzuyor, saniyeler, dakikalar…
Artık hasret döküyor ten’ler, damarlar…
Islanan toprak her adımda seni anar…
Ey Nebî!.. Yokluğunda dinmeyen kıyametler kopar…
Gel!.. Kansın doya doya, susamış ten’ler,
Gel!.. Ağlasın sevincinden şehidler…
Gel!.. Kâinatlara ismi nur diye kazılan…
Ümmetin sensiz ne’yler?.. Sensiz diller ne söyler?..
Gel…


Zamanın Pençeleri Yırtıyorken Ruhumu…


Kuşandım yokluğunda hasretin en zavallı hâlini… Kokusunu özlüyorum görmediğim bendinin… Bu nasıl çılgınlık?!... Bu nasıl arzu?.. Kamçılıyor kan kan, sızı sızı vücudumu. Günahkâr bir vücud, tıpkı ölü bir cesed gibi… Ne, işliyor kelâmlar, ne de kulaklar duyuyor. Kurtarılmayı bekleyen umutlarım ancak seninle yer bulur Efendim!.. Yavaş yavaş bitiyorum, tükeniyorum damla damla… Katil gecelerin kokusu damarıma karışmış, tarih; mücrimliğimde beni satırlardan atıvermiş amansız… Ne umut, ne aşk… Hiçbiri kurtarmıyoır bu âciz köleyi, uzaklarda bekleyen çaresiz âşık gibi… Susan her zerrem aslındaseni zikrediyor Ya Rasûl!.. Amansız feryâtlarla sana çığlıklarımı duyuramadım… Lâyık olamadım belki ama, Hint gibi, Vahşi gibi yüzüne bakmaya muhtâcım…
Gel!..
Çiçek açmak ikliminde… Kolun kanadın kırılsa da, koşarak durmadan, dinlenmeden, varmak Sevgili’ye… Ya Rasûl!.. Adını düşürmesem sonsuza dej, beklesem seni en kuytu kuyularda Yûsuf gibi…
Ve…
Ve anlatsam seni her gördüğüme, bıkmadan… Usanmadan… Solumak o en güzel devirde en leziz kokunu. Ağlamayı sana adadım Sevgili!.. Çok günahkârım belki, belki yüzüne bakmaya, seni rüyada bile görme mükâfatına bile layık değilim… Ama şimdi, işte şu an bünyemdeki tüm hücrelerimde hissediyorum seni, Ya Rasûlâllah!.. Aldığım her nefeste, bastığım toprakta, içtiğim âziz suda... Anlatamadığım satırlarda, adını zikrettiğim mısralarda seni anıyorum... Seni arıyorum her bir karışında zihnimin. Bulamıyorum yine de hiçbir yerde… Yanan ney’imde nefesini duyuyorum Habîb-el Neccâr…
İnleyen bestelerimde yokluyorum varlığını...
Akan
şelâlelerde, süzülüp giden ırmaklarda yaşıyorum aşkı yemyeşil bir renkte… En huzurlu ân’ımı hayalinle süslüyorum… Benim gerçek hayalim sensiz Ya Hâbîballah!..
Uyandır bizi gafletin derin uykusundan ve kurtar her bir Yûsuf’u kaybolan karanlıklardan…
Kolay değil Ey Sevgili seni sensiz yaşamak… Gönüllerimiz seninle ferah buluyor sadece. Mana seninle cümlelere süs veriyor

Canımızı yoluna hiç düşünmeden verebileceğimizin kararının sahibi, sen!.. Ne anlatabildiğimiz ne zikredebildiğimiz ama şefaati ile bir umut ödüllendirildiğimiz, sen!.. Hasreti ile her dem ağlayıp da içimizin bir kor gibi yandığı, sen!.. Uğruna ne Ebubekr ne Ömer ne de Osman olabildiğimiz... Rüyada bile görmeye razı olduğumuz sevgili... Kanımıza ve her hücremize nakşettiğimiz yâr...

İklimine hicret etmek için bir selamını beklediğimiz, sen; ne zaman gelip de bize müjde vereceksin ey hâbib-i kibriyâ?!..
Tende cânı
m, rûh-û revânımsın ey cânânım. Gözyaşımın ıslattığı kirpiklerimde her dem can veriyor hasretin... Seni bekleyip seni özleyen sayısızca varlık varken acep bize de bir gülüşün nâsib olur mu ki hâbîb-i kibriya?..

Bekliyoruz bir gün gelir de 1 gün kalır vuslata...
Bekliyoruz canı kurban etmek için canan'a...
İyi ki doğmuşsun ve iyi ki En Sevgili'sin sen her bir kulda...
En
şerefli insan, en şerefli sevgilisin sen Rahmân'a...

...Es'salâtü ves'selâmu aleyka ya Rasûlâllah...


VEDA HUTBESİ

(9 Zilhicce l0 H./8 Mart 632 M. Cuma)
Peygamberimiz Hz. Muhammet (s.a.s.) Vedâ haccında, 9 Zilhicce Cuma günü zevâlden sonra Kasvâ adlı devesi üzerinde, Arafat Vâdisi'nin ortasında 124 bin Müslümanın şahsında bütün insanlığa şöyle hitabetti.
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım isteriz. Allah kime hidâyet ederse, artık onu kimse saptıramaz. Sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki; Allah'dan başka ilâh yoktur. Tektir, eşi, ortağı, dengi ve benzeri yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür. "
Ey Nâs!

Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha berâber olamayacağım.
İnsanlar!

Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmus ve şerefiniz de öylece mukaddestir; her türlü tecâvüzden masûndur.
Ashâbım!

Yarın rabbınıza kavuşacaksınız. Bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız. Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler. Olabilir ki, bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak hıfzetmiş olur.
Ashâbım!

Kimin yanında bir emânet varsa, onu sâhibine versin . Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat aldığınız borcun aslını ödemek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle bundan böyle fâizcilik yasaktır. Câhiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdülmuttalib'in oğlu amcam Abbas'ın fâiz alacağıdır.
Ashâbım!

Câhiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, Abdülmüttalib'in torunu (amcalarımdan Hâris'in oğlu) Rabîanın kan davasıdır.
Ey Nâs!

Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emâneti olarak aldınız. Onların nâmus ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki haklarınız, âile nâmusu ve şerefinizi kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer onlar sizden izinsiz râzı olmadığınız kimseleri âile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp korkutabilirsiniz. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları ise, örfe göre her türlü (meşru ihtiyaçlarını), yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
Mü'minler!

Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allah'ın kitabı Kur'ân ve O'nun Peygamberinin sünnetidir.
Ey Nâs!

Devâmlı dönmekte olan zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü duruma dönmüştür. Bir yıl, l2 aydır. bunlardan 4'ü Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep hürmetli aylardır.
Ashâbım!

Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfûz ve saltanatını kurma gücünü ebedî olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında, küçük gördüğünüz şeylerde ona uyarsanız, bu da onu sevindirir. ona cesâret verir. Dininizi korumak için bunlardan da uzak kalınız.
Mü'minler!

Sözümü iyi dinleyin, iyi belleyin. Rabbınız birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem'densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takvâ iledir. Müslüman müslümanın kardeşidir. Böylece bütün müslümanlar kardeştir. Gönül hoşluğu ile kendisi vermedikçe, başkasının hakkına el uzatmak helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyin. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Bu nasihatlarımı burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ etsinler.
Ey Nâs!

Cenâb-ı Hak Kur'an da her hak sahibine hakkını vermiştir. Mirâsçı için ayrıca vasiyyet etmeye gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona âittir. Zina eden için ise mahrûmiyet vardır. Babasından başkasına soy (neseb) iddiâsına kalkışan soysuz, yahut efendisinden başkasına intisâba yeltenen nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lânetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın. Cenâb-ı Hak böylesi insanların ne tevbelerini ne de adâlet ve şâhitliklerini kabûl eder.
Ashabım!

Allah'tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, malınızın zekatını verin, âmirlerinize itaat edin. Böylece Rabbınızın Cennetine girersiniz.
Ey Nâs!

Yarın beni sizden soracaklar, ne dersiniz? Ashâbı kiram:
Allah'ın dinini teblîg ettin, vazîfeni hakkıyla yaptın, bize nasihat ve vasiyette bulundun, diye şehadet ederiz, dediler.

Rasûlüllah (s.a.s.) mübarek şehâdet parmağını göğe doğru kaldırdı, cemâat üzerine çevirip indirdikten sonra üç defa:
Şâhid ol Yâ Rab!

Şâhid ol Yâ Rab!

Şâhid ol Yâ Rab!

buyurdu.

7 Nisan 2008 Pazartesi

AKİF

Mehmet Akif ERSOY:
“Yumuşak başlı isem/ kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu...
İrticânın şu sizin lehçede mânası bu mu?
İşte ben mürteci'im, gelsin işitsin dünya!
Hem de baş mürteci'im, patlasanız, çatlasanız!
Hadi kanûnunuz assın beni, yâhut yasanız!”
(Asım/ s.400)
“Şahadet dini, gayret dini, ancak Müslümanlıktır;
Hakikî Müslümanlık, en büyük bir kahramanlıktır.”
(Safahat/ s. 323)


M.A.ERSOY:
“Kızımın iffeti batmakta rezîlin gözüne...
Acırım tükürüğe billâhi, tükürsem yüzüne.
Demiş olsaydı eğer: “Kızlara mektep lâzım...
Şu kadar vermelisin” kahrolayım kaçmazdım,
Elverir sardığımız bunları halkın başına...
Ben mezârımda huzur istiyorum, anladın
Biraz însafa gelin, öyle ya artık ne demek?
Zengin olduk diye, lânet satın almak mı gerek?”
(Süleymaniye Kürsüsünde/ s.167)


M.A.ERSOY:
“Dalkavuk devri değil eski kasâ id yerine,
Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine!
Türlü adlarla çıkan nâmütenâhi gazete,
Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete.
Yürüyor dine beş on maskara, alkışlanıyor,
Nesl-i hâzır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor!"
(Süleymaniye Kürsüsünde/ s.178)


M.A.ERSOY:
“Serseri: hiç birinin mesleği yok, meşrebi yok?
Feylesof hepsi, fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allah'a söver... Sonra biraz bol para ver:
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!”
(Süleymaniye Kürsüsünde/ s.184)

“Mütefekkirleriniz anlaşılan pek korkak,
Yâhut ahmak... İkisinden bilemem hangisidir?
Sanıyorlar ki: "Bugün Avrupa tekmil kâfir.
Mütedeyyin görünürsek, diyecekler, barbar!
Libri pansör geçinirsek, değişir belki nazar.”
(Süleymaniye Kürsüsünde/ s.186)


M.A.ERSOY:
“Bu züppeler acaba hangi cinsin efrâdı,
Kadın desen, geliyor arkasından erkek adı
Hayır, kadın değil erkek desen, nedir o kılık
Demet demetken o saçlar ne muhtasar o bıyık.
Sedâsı baykuşa benzer, hırâmı saksağana.
Hulâsa, züppe demiştim ya artık anlasana!
Bilirsiniz, hani, insanda bir damar varmış
Ki yüzsüz olmak için mutlaka o çatlarmış
Nasılsa “Rabbim utandırmasın!” duası alan,
Bu arsızın o damar zaten eksik alnından”
(Fatih Kürsüsünde/ s.287)


M.A.ERSOY:
“Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayat;
Hülâsa, aile hissiyle cümle hissiyât,
Mukaddesâtı için çırpınan yürekte olur.
İçinde leş taşıyan sineden ne hayır umulur!
Vatan felakete düşmüş Onun hamiyyetı cûş.
Eder mi zannediyorsun? Herif, vatan berdûş!
Fakat sen öyle değilsin senin yanar ciğerin
“Vatan” deyip öleceksin semâda olsa yerin”
(Fatih Kürsüsünde/ s. 282)


M.A.ERSOY:
“Nedir bu tefrika, yahu! Utanmıyor musunuz?
Geçen fecâyia hâlâ inanmıyor musunuz?
Gömülmek istemeyenler boyunca hüsrâna;
Nifâkı gömmeli artık mezâr-ı nisyâna.”
(Fatih Kürsüsünde/ s. 283)

“Ki dinlemezseniz elbette mahvolur millet
Sizin felâketiniz: tarumar olan vahdet
Eğer yürekleriniz aynı hisle çarparsa,
Eğer o his gibi tek bir de gayeniz varsa,
Düşer düşer yine kalkarsınız, emin olunuz,
Demek ki birliği tem’in edince kurtuluruz,
O halde vahdete hail ne varsa çiğneyiniz!
Bu ayrılık da neden? Bir değil mi her şeyiniz?
Ne fırka herzesi, lâzım ne derd-i kavmiyyeti,
Bizim diyânete sığmaz sekiz, dokuz millet!”
(Fatih Kürsüsünde/ s.284)

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.
Müslüman, fırka belâsıyla zebun bir kavmi!
Medeni Avrupa üç lokma edip yutmaz mı?
Ey cemaat, yeter Allah için olsun, uyanın!
Sesi pek müthiş öter sonra kulaklarda çanın!”
(Süleymaniye Kürsüsünde/ s. 179)


M.A.ERSOY:
“Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
Aynı milliyetin altında tutan İslâm'ı.
Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyyettir
Bunu bir lâhza unutmak ebedi heybettir...”
(Süleymaniye Kürsüsünde/ s. 179)
“Arabın Türke, Lâzın Çerkese, yahut Kürde,
Acemin Çinliye ruçhânı mı var mı? Nerde?
Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel'in ediyor Peygamber
En büyük düşmanıdır ruh-i Nebi tefrikanın,
Adı batsın onu İslam'a sokan kaltabanın!”
(Hakkın Sesleri/ s. 205)


M.A.ERSOY:
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ
Cânı, cânânı, bütün varımı alsında Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.”


M.A.ERSOY:
“Ağlasın milletin evlâdı da bangır bangır,
Durma hürriyeti aldık diye sen türkü çağır!”
(Asım/ s. 399)


M.A.ERSOY:
“Burnumuzdan tuttu düşman, biz boğaz kaydındayız,
Bir bakın hâlâ mı hâlâ ihtiras ardındayız!
Saygısızlık elverir Bir parça olsun arlanın
Vakti çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın!
Zevke dalmak şöyle dursun, vaktiniz yok mateme!
Davranın, zîra gülünç olduk bütün aleme”
(Hâtıralar/ s. 312)

“Olur cem'iyyet efrâdınca şahsı menfaat “ma'bûd”
Sorarsan kimse bilmez var mı “hak” namında bir mevcût”
(Hâtıralar/ s. 308)


M.A.ERSOY:
“Biz ki her mevcûdu yıktık, gâyesiz bir fikr ile,
Yıkmadık bir şey bıraktık sâde bir şey aile”
“Bir kızarmış çehre bulmuşsun, ya, ey cânî, bürün;
“Dünyayı ifsâd eyle, hem muslih görün!
Kendi ırzından cömert olmaksa mutâdın eğer,
Kendi mâlındır senin, hakkın tasarruf, kim ne der”
“Milletin, lâkin henüz masum olan evlâdına
Verme bir melun temâyül mubtezel mutâdına!”
(Hakkın Seslen/ s. 225)


M.A.ERSOY:
“Hele inmemiştir Kur'an, bunu hakkıyla bilin
Ne mezarda okumak, ne fala bakmak için”
“ Ölüler diri değil, sen de bilirsin ki bu din,
Diri doğmuş duracak dipdiri, durdukça zemin”
(Asım/s. 418)


M.A.ERSOY:
“Yıktı bin mel'un kalem nâmusu, bizler uymadık,
“Susmak evlâdır” deyip sustuk sanırsın duymadık!
Kustu, bin murdar ağız şer'in bütün ahkâmına,
Ah! Bir ses bari yükselseydi nefret nâmına!
Göster, Allah'ım, bu millet kurtulur, tek mucize
Bir “utanmak hissi” ver gâib hazinenden bize!”
(Hakkın Sesleri/ s. 222)


M.A.ERSOY:
“Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti
Öyle bir gitti ki, hem, bir daha gelmez ebedi
Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba?
“Meshed”in beynine haç saplanacak mıydı baba!
Basacak mıydı, fakat göğsüne Sırp’ın çarığı?
Serilip yerlere binlerce şehidin sarığı.”
(Hakkın Sesleri/ s.203/-204)

“Balkan'ın üstünde sızan her pınar
Bir yaradır, durmadan içten kanar!
Hangi taşın kalbini deşsen: mezar!
Gör ne mübarek yer, uğurlar ola.”
(Cenk Şarkısı/ s. 553)


M.A.ERSOY:
“Bakın da haline ibret alın şu memleketin!
Nasıldın ey koca millet? Ne oldu âkıbetin?
Vakarı çoktan unuttun, hayâyı kaldırdın,
Mukaddesâtı ısırdın, Hudâ’ya saldırdın!
Ne hâtırâtına hürmet, ne an’a nâtını yâd;
Deden de böyle mi yapmıştı ey sefil evlâd?"
“Hurâfeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar,
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar...”
(Fatih Kürsüsünde/ s. 265)

“Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl,
Yalan râic, hıyanet mültezim her yerde, hak meçhûl.
Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr.
Nazarlardan taşan mânâ ibâdullahı istihkâr.”
(Gölgeler/ “Umar mıydın?”/ s. 456)


M.A.ERSOY:
“Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak
Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin yoksa ümidin mi yüreksiz?
Yeis öyle bataktır ki, düşersen boğulursun
Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!”
“Hüsrâna rıza verme çalış Azmi bırakma,
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır,
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar
Uğraş ki, telâfi edecek bunca zarar var”
(Hakkın Sesleri / s.209,210)

“Sizi kim kaldıracak, sûru mu İsrâfil'in?
Etmeyin! Memleketin hâli fenalaştı.. Gelin!
Gelin, Allah için olsun ki, zaman buhranlı.”
(Süleymaniye Kürsüsünde/ s 180)

“Bir parça kımıldan, diyorum, mahvolacaksın!
Dünya koşuyorken yolun üstünde yatılmaz”
(Gölgeler7 s.470)
“Cihan altüst olurken, seyre baktırın, öyle durdun da,
Bugün bir sersem bir derbedersin kendi yurdunda!”
(Gölgeler/ s. 453)

“Bırakın mâtemi yâhut Bırakın feryadı,
Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı!”
“Gözyaşından ne çıkarmış? Neye ter dökmediniz?
Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz!”
(Süleymaniye Kürsüsünde, s. 182)


M.A.ERSOY:
“Nedir bu meskenetin, sen de bir kımıldasana!
Niçin kımıldamıyorsun? Niçin? Ne oldu sana?
“Çalış!” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!”
(Fatih Kürsüsünde/ s.266/-268)
“Hissi yok, fikri bozuk, azmini dersen, meflûç...
Hani rûhunda o haksızlığa isyan, o hurûç?”
(Asım/ s. 409)


M.A.ERSOY:
“Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz,
Bu derde çare bulunmaz -ne olsa- mektepsiz"
Ey derd i cehâlet sana düşmekle bu millet
Bir hâle getirdin ki, ne din kaldı, ne nâmûs!
Es sîne-i İslâm'a çöken kapkara kâbus
Ey hasm-ı hakîkî, seni öldürmeli evvel
Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el!”
“Öyleyse cehâlet denilen yüz karasından
Kurtulmaya azmetmeli baştan başa millet”
(Hakkın Sesleri/s.217,218)


M.A.ERSOY:
“Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım,
Marifet, bir de fazilet... İki kudret lâzım
Marifet, ilkin, ahâliye saâdet verecek
Bütün esbâbı taşır, sonra fazîlet gelerek,
O birikmiş duran esbâbı alır, memleketin
Hayr-ı ilâsına tahsîs ile sarf temek için”
(Asım/ s. 442)


M.A.ERSOY:
“Alınız ilmini Garp’ın, alınız sanatını
Veriniz hem de mesâinize son sür'atini”
(Süleymaniye Kürsüsünde/ s.187)

“Bu cihetten, hani hiç yılmasın, oğlum, gözünüz”
Sade Garbın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz
O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin,
Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin!”
(Asım/ s.443)

6 Nisan 2008 Pazar

VEDA HUTBESİ

(9 Zilhicce l0 H./8 Mart 632 M. Cuma)
Peygamberimiz Hz. Muhammet (s.a.s.) Vedâ haccında, 9 Zilhicce Cuma günü zevâlden sonra Kasvâ adlı devesi üzerinde, Arafat Vâdisi'nin ortasında 124 bin Müslümanın şahsında bütün insanlığa şöyle hitabetti.

Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım isteriz. Allah kime hidâyet ederse, artık onu kimse saptıramaz. Sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki; Allah'dan başka ilâh yoktur. Tektir, eşi, ortağı, dengi ve benzeri yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür. "

Ey Nâs!

Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha berâber olamayacağım.

İnsanlar!

Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmus ve şerefiniz de öylece mukaddestir; her türlü tecâvüzden masûndur.

Ashâbım!

Yarın rabbınıza kavuşacaksınız. Bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız. Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler. Olabilir ki, bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak hıfzetmiş olur.

Ashâbım!

Kimin yanında bir emânet varsa, onu sâhibine versin . Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat aldığınız borcun aslını ödemek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle bundan böyle fâizcilik yasaktır. Câhiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdülmuttalib'in oğlu amcam Abbas'ın fâiz alacağıdır.

Ashâbım!

Câhiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, Abdülmüttalib'in torunu (amcalarımdan Hâris'in oğlu) Rabîanın kan davasıdır.

Ey Nâs!

Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emâneti olarak aldınız. Onların nâmus ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki haklarınız, âile nâmusu ve şerefinizi kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer onlar sizden izinsiz râzı olmadığınız kimseleri âile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp korkutabilirsiniz. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları ise, örfe göre her türlü (meşru ihtiyaçlarını), yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.

Mü'minler!

Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allah'ın kitabı Kur'ân ve O'nun Peygamberinin sünnetidir.

Ey Nâs!

Devâmlı dönmekte olan zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü duruma dönmüştür. Bir yıl, l2 aydır. bunlardan 4'ü Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep hürmetli aylardır.

Ashâbım!

Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfûz ve saltanatını kurma gücünü ebedî olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında, küçük gördüğünüz şeylerde ona uyarsanız, bu da onu sevindirir. ona cesâret verir. Dininizi korumak için bunlardan da uzak kalınız.

Mü'minler!

Sözümü iyi dinleyin, iyi belleyin. Rabbınız birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem'densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takvâ iledir. Müslüman müslümanın kardeşidir. Böylece bütün müslümanlar kardeştir. Gönül hoşluğu ile kendisi vermedikçe, başkasının hakkına el uzatmak helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyin. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Bu nasihatlarımı burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ etsinler.

Ey Nâs!

Cenâb-ı Hak Kur'an da her hak sahibine hakkını vermiştir. Mirâsçı için ayrıca vasiyyet etmeye gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona âittir. Zina eden için ise mahrûmiyet vardır. Babasından başkasına soy (neseb) iddiâsına kalkışan soysuz, yahut efendisinden başkasına intisâba yeltenen nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lânetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın. Cenâb-ı Hak böylesi insanların ne tevbelerini ne de adâlet ve şâhitliklerini kabûl eder.

Ashabım!

Allah'tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, malınızın zekatını verin, âmirlerinize itaat edin. Böylece Rabbınızın Cennetine girersiniz.

Ey Nâs!

Yarın beni sizden soracaklar, ne dersiniz? Ashâbı kiram:

Allah'ın dinini teblîg ettin, vazîfeni hakkıyla yaptın, bize nasihat ve vasiyette bulundun, diye şehadet ederiz, dediler.

Rasûlüllah (s.a.s.) mübarek şehâdet parmağını göğe doğru kaldırdı, cemâat üzerine çevirip indirdikten sonra üç defa:

Şâhid ol Yâ Rab!

Şâhid ol Yâ Rab!

Şâhid ol Yâ Rab!

buyurdu.

MEHMET AKİF'İN BAHSETTİĞİ ASIM KİM , NEDEN ASIMIN NESLİYİZ ? ÇOK GÜZEL BİR YAZI , LÜTFEN SONUNA KADAR OKUYALIM , YOKSA ANLATILMAK İSTENENİ ANLAYAMAYIZ
Hepimiz Bu Dizeleri Biliriz :
"Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek.
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar.
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor.
Bir HİLAL uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.
...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber."
(M. Akif)

PEKİ KİMDİR BU ASIM ? NEDEN ASIM'IN NESLİYİZ ?
HİÇ MERAK ETTİNİZ Mİ ? ARILARIN KORUDUĞU SAHABİYİ ?
Hazreti Asım, ashab-ı kiram'dan (sahabelerden) , peygamber
efendimizin (S.A.V.) arkadaşlarındandır. Kendisi Medineli olup künyesi
Ebu Süleyman'dır.Bütün hayatı, Allah yolunda savaşlarda geçti. Doğum
tarihi belli değildir. Hicretten önce iman etti. Kız kardeşi Cemile binti Sabit,
hazret-i Ömer’in hanımıdır.Çok iyi ok atardı. Uhud savaşındada
okçuların arasında yer alıyordu ve.......
Bu gazâda müşriklerin sancaktarlarından Müsâfi bin Talhâ ile kardeşi
Hâris bin Talhâ'yı ok ile öldürdü.
herşey böyle başladı... Dikkatli okuyalım şimdi....
Bunların anneleri Sülâfe binti Sa'd, Hz. Âsım'ın kafatasından şarap
içmeyi nezrederek yemîn etti ve Onun başını kendisine getirene yüz deve vermeyi vaad etti.

Öğretmenler Heyeti
Uhud savaşında ba'zı yakınları ölen müşrikler de, Müslümanlardan bunların intikamını almak istediler. Alçakça bir plân hazırladılar. Hemen de plânı tatbike koydular. Bu maksatla bir heyet Medîne'ye giderek Resûlullahın huzuruna çıkıp ricada bulundular:- Yâ Resûlallah! Bizim kabîlelerimiz, İslâmiyeti kabûl ettiler. Yalnız Kur'ân-ı kerîm öğretmenine ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti, Kur'ân-ı kerîmi öğretecek kimseler yollar mısınız? Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Âsım bin Sâbit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târık, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu.Bu öğretmenler kâfilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl kabîlesi topraklarında, Reci' suyu başında, seher vakti konakladılar...Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabîlesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyanoğularına gidip haber verdi.Çok geçmeden kâfilenin etrâfı sarıldı. 200'den fazla silâhlı eşkıyâ oradaydı. "Bize öğretmen lâzım!" diyenler, çekip gittiler. O güzîde Müslümanları, eşkiyâ ile karşı karşıya bıraktılar...Lıhyanoğulları mensupları, esir ticâreti ile geçinirlerdi. Bu sebeple, "Teslim olun! Canınızı kurtarın!" teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyetleri onları Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekkeli müşrikler kendilerine demişlerdi ki:- Yakaladığınız her Müslüman için, değerinden fazla para öderiz!Bunu Müslümanlar da duymuşlardı. Âsım bin Sâbit, Mersed bin Ebî Mersed ve Hâlid bin Ebî Bükeyr: - Hiç bir zaman müşriklerin ne sözlerini, ne de akidlerini kabûl ederiz, diyerek müşriklerin tekliflerini reddettiler. Âsım bin Sâbit dedi ki: - Ben hiçbir zaman müşriklere el sürmemeye ve müşriklerden hiçbirini de kendime dokundurmamaya karar vermiştim. Onların sözlerine kanarak kâfirlere teslim olmam.Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti: - Allahım! Peygamberini durumumuzdan haberdâr et! Ölmekten korkmayızAllahü teâlâ, Hz. Âsım'ın duâsını kabûl buyurdu ve Resûlullah efendimiz onlardan haberdar oldu.Âsım bin Sâbit müşriklere haykırdı:- Biz ölmekten korkmayız! Çünkü dînimizde basiretliyiz. Ölünce şehîd olur Cennete gideriz!Müşriklerin ileri gelenlerinden Süfyân bağırdı: - Ey Âsım, kendini ve arkadaşlarını zâyi etme, teslim ol! Âsım bin Sâbit ok atmak suretiyle cevap verdi. Ok atarken:- Ben güçlüyüm hiç eksiğim yok. Yayımın kalın teli gerilmiştir. Ölüm hak, hayat boş ve geçicidir. Mukadderâtın hepsi başa gelicidir. İnsanlar er-geç Allaha rücû edicidir. Eğer ben sizinle çarpışmazsam anam üzüntüsünden aklını kaybeder, ma'nâsında şiirler söylüyordu.Senin dînini korudumHz. Âsım'ın sadağında yedi ok vardı. Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü. Oku bitince birçok müşriği mızrağıyla delik deşik etti. Öyle bir an oldu ki mızrağı da kırıldı. Hemen kılıcını sıyırdı, kınını kırıp attı. Bu, "ölünceye kadar döğüşeceğim, teslim olmayacığım" ma'nâsına gelirdi. Sonra da şöyle duâ etti: - Allahım! Ben bugüne kadar senin dînini koruyup hıfzettim, sakladım. Senden bu günün sonunda, benim etimi, vücudumu koruyup, hıfzetmeni niyâz ediyorum. Çünkü Uhud'da öldürdüğü iki kardeş olan Hâris ve Müsâfi' bin Talhâ'nın anneleri Hz. Âsım'ın kafatasından şarap içmeye yemîn etmiş ve kafasını getirene yüz deve vermeyi vaad etmişti. Müşrikler bunu biliyorlardı. Âsım bin Sâbit'in ve diğer Eshâbın Allah Allah nidâları, dağları inletiyordu. İkiyüz kişiye karşı on mücâhid ölesiye çarpışıyor, yanlarına yaklaşanlar yaptıklarının cezâsını görüyorlardı. Âsım bin Sâbit en sonunda iki ayağından yaralanıp yere düştü. Kâfirler, Âsım bin Sâbit'ten o kadar korkmuşlardı ki yere düşünce bile yaklaşamadıkları için uzaktan ok atarak şehîd ettiler. O gün orada mevcut bulunan on sahâbîden yedisi şehîd oldu, üçü esir edildi. Lıhyanoğulları Sülâfe binti Sa'd'a satmak için Âsım bin Sâbit'in başını kesmek istediler. Fakat Allahü teâlâ, Hz. Âsım bin Sâbit'in duâsını kabûl buyurdu ve mübârek cesedine müşrikler el süremediler. Allahü teâlâ bir arı sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsım bin Sâbit'in üzerinde durdular. Hiç bir müşrik yanına yaklaşamadı. - Bırakın akşam olunca arılar onun üzerinden dağılır, biz de başını alırız, dediler. Akşam olunca Allahü teâlâ hiç bulut yok iken bir yağmur gönderdi. Görülmemiş bir yağmur yağdı. Sel geldi ve Âsım bin Sâbit'in cesedini alıp götürdü. Cesedin nerede olduğu bilinemedi. Ne kadar aradılarsa da bulunamadı. Bunun için müşrikler Âsım bin Sâbit'in hiçbir yerini kesmeye muvaffak olamadılar. Lıhyanoğulları O'nu taşa tuttular. Sonunda O'nu da şehîd ettiler. Hubeyb bin Adî ile Zeyd bin Desinne'yi Mekkelilere sattılar. Onlar da bu iki sahâbîyi asarak şehîd ettiler.Allah kulunu korurArıların, Âsım'ı korudukları hâdisesi zikredildiği zaman Hz. Ömer buyurdu ki: - Allahü teâlâ elbette mü'min kulunu muhâfaza eder. Âsım bin Sâbit, sağlığında müşriklerden nasıl korundu ise Allahü teâlâ da ölümünden sonra onun cesedini muhâfaza edip müşriklere dokundurmadı. Bunun için Âsım bin Sâbit anılırken, "Arıların koruduğu kimse" diye anılırdı.

ve Mehmet Akif'in bu dizeleriyle yazımı bitiriyorum :
Sen ki asımın neslinin, çiğnetme nâmusunu.
At üstünden korkunun ve gafletin kâbusunu.
Ateşler yakıp Nemrut misali, atsalar seni.
Sakın hâ! Terk etmiyesin, imanını, dinini.
(M. Akif)

Yazan : İlker Uçar (FirstMan)
Kaynak : İlkadim Dergisi

3 Nisan 2008 Perşembe

İMRAN KHAN

Dünyaca ünlü Pakistanlı kriket oyuncusu IMRAN HAN anlatıyor:

"Neden dinimden Kopmadım?"

BENİM kuşağım sömürge devirlerinin en canlı olduğu bir zamanda büyüdü. Bizden önceki nesiller köleydi ve İngilizlere karşı büyük bir aşağılık kompleksine sahiptiler. Benim gittiğim okul, Pakistan'da tüm seçkinlerin gittiği okullardan biriydi. Bağımsızlığımızı kazanmamıza rağmen, bu okullar kişilik sahibi Pakistanlı yetiştirmektense, birbirinin aynısı insanlar yetiştiriyordu.

Ben Shakespeare okudum; iyiydi. Ama Pakistan’ın milli şairi büyük âlim Muhammed İkbal'i okumadım. İslam araştırmalarıyla ilgili sınıf ciddiye alınmıyordu ve ben okulu bitirdiğim zaman, ülkenin seçkinleri arasında görülen birisi olmuştum. Çünkü İngilizce konuşabiliyordum ve Batılı kıyafetler giyiyordum.

Okul törenlerinde düzenli bir şekilde "Pakistan Zindabad" (Pakistan Sonsuza Dek) diye bağırmama rağmen, kendi kültürümün geri olduğunu, dinimin ise güncelliğini yitirmiş olduğunu düşünüyordum. Arkadaş grubumuz içinde eğer din hakkında konuşan, dua eden ya da dini hassasiyetinden dolayı sakal bırakan birisi olursa, o kişi alaycı bir ifadeyle hemen ‘molla’ diye isimlendirilirdi.

Batı medyasının gücü nedeniyle kahramanlarımız Batılı sinema yıldızları ve pop şarkıcılardı. Böyle bir zihin dünyasına sahip olarak Oxford'a gittiğim vakit, işler hiç de daha kolay olmadı. Oxford'da sadece İslam değil, tüm dinlerin anakronizme, yani yaşadığımız çağ ile uzlaşmaz bir duruma düştüğüne inanılıyordu.

Bilim, dinin yerini almıştı ve eğer bir şey mantıksal olarak ispat edilemezse, o şey yoktu. Tüm doğa üstü, sadece filmlerle sınırlıydı. Yarı pişmiş evrim teorisiyle güya insanın yaratılmamış olduğunu, dolayısıyla dini çürüttüğü düşünülen Darwin gibi filozoflar okunuyordu ve saygı görüyorlardı.

Dahası, Avrupa tarihi dinle yaşanan korkunç tecrübeyi aksettiriyordu. Engizisyon döneminde Hıristiyan din adamları tarafından işlenen dehşetli cinayetler, Batı aklında güçlü bir etki bırakmıştı. Batının sekülerizm üzerinde neden bu kadar ısrarlı olduğunu anlamak isteyen biri, İspanya'da Kordoba gibi yerlere gitmeli ve İspanya Engizisyonu tarafından kullanılan işkence aletlerini görmeli. Ayrıca bilim adamlarının din adamları tarafından kafir suçlamasıyla zulüm görmeleri, Avrupalıları tüm dinlerin gerici olduğuna inandırdı.

Bununla birlikte, benim gibi insanları dinden soğutan en büyük faktör, bazı Müslümanlarda görülen “seçmeci İslam” tavrıydı. Kısaca, onların yaşamında görülen uygulamalar ile va'z ettikleri arasında kapatılamaz bir fark vardı. Ayrıca, dinin gerisindeki felsefeyi ve anlamı izah etmek yerine, ibadetler üzerine aşırı vurgu vardı. Halbuki insanların entelektüel olarak da ikna edilmeye ihtiyaçları vardı. Kur’an’ın sürekli olarak muhakemeye davet etmesinin sebebi belki de buydu.

Eğer işim Allah’a değil de çevremdeki insanlara kalmış olsaydı, herhalde ateist olurdum. Ateist olmayışımın tek nedeni, annemin çocukluğumdan beri üzerimde bıraktığı güçlü dini etkiydi. Elbette hiç imanı olmayan biri de değildim, ama anneme olan sevgim de Müslüman olarak kalmamda etkili oldu.

Gene de, seçici bir İslam anlayışına sahiptim. Dinin sadece bana uyan kısımlarını kabul ettim. İbadetlerim sadece dini bayramlar ve babamın beni camiye götürmek için ısrarcı olduğu Cuma namazlarıyla sınırlıydı. Fakat genel olarak, bir Pukka Brown Sahib (İngilizleşmiş Pakistanlı) olmaya doğru emin adımlarla ilerliyordum. Ne de olsa, üniversite okuyordum ve hepsinden öte, bizim esmer önderlerimizin (Pakistan elitinin) kurban olduğu İngiliz aristokrasisine kabul edilmiştim. Şimdi soracaksınız, peki beni Pakistan elit kültürüne sırt döndüren neydi ve nasıl yerli değerlerine sahip çıkan birisi oldum?

Doğrusunu söylemek gerekirse, akşamdan sabaha olmadı bu. Bir kere, benim kuşağımın tevarüs ettiği aşağılık kompleksi, dünyada adı duyulan bir sporcu olmaya başladıkça eridi. İkincisi, ben iki kültür arasında kendine has bir konumda yaşıyordum. Her iki toplumun da avantajlarını ve dezavantajlarını görmeye başladım.

Batı toplumlarında, kurumlar güçlü, Doğu ülkelerinde ise çabuk yıkılabiliyor. Bununla birlikte, bizim geçmişte ve halen üstün olduğumuz alanlar var. Aile hayatımız gibi mesela. Bunun Batı toplumlarının en büyük kaybı olduğunu farkettim. Kendilerini din adamlarının baskısından kurtarmaya çalışırken, tanrıyı ve dini de hayatlarından çıkarmışlardı.

Her ne kadar bilim pekçok soruya cevap verse de, iki soruya asla cevap veremiyordu: Birincisi, varoluşumuzun amacı nedir? İkincisi, öldüğümüz zaman bize ne olacak? İşte buradan doğan boşluktur ki, materyalist ve zevkçi bir kültürün ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ben böyle düşünüyorum. Eğer sadece bir tek hayat yaşayacak isek, demiri tavında dövmek zorundayız ve bunu yapabilmek için insanın paraya ihtiyacı vardır. Onların düşüncesi bu. Böyle bir kültürün bir insan bünyesinde psikolojik sorunlara sebep olması kaçınılmazdır.

Çünkü beden ve ruhu arasında bir dengesizlik meydana gelecektir. Sonuç olarak, maddi ilerlemenin en üst düzeye ulaştığı ABD’de vatandaşlarına sayısız hak vermiş olmasına rağmen, nüfusun % 60'ı psikiyatristlerle temas halinde yaşıyor. Buna rağmen, modern psikolojide anlaşılmaz bir şekilde insan ruhu araştırılmıyor. Yurttaşlarına en fazla refah sağlayan İsveç ve İsviçre'de intihar oranlarının en yüksek düzeyde olması şaşırtıcı değil mi? Demek ki, insana maddi refah yetmez, fazlasına ihtiyacı vardır.

Ahlâkın kökeni dindedir. Din bir kez rafa kaldırılınca, 70'li yıllardan bu yana ahlaksızlık aşamalı olarak arttı. Onun doğrudan etkisi, aile hayatını vurmak şeklinde oldu. İngiltere'de, boşanma oranı % 60'lara çıktı, ayrıca % 35 oranında boşanmış anneler çocuklarıyla tek başlarına yaşıyor. Suç oranı hemen hemen tüm Batılı toplumlarda artıyor ama en rahatsız edici gerçek, alarm verici boyutlara ulaşan ırkçılığın yükselişi. Bilim insanın eşit olmadığını kanıtlamaya çalışırken (Amerikalı zencilerin beyazlardan genetik olarak daha az zeki olduğunu gösteren son araştırmalar gibi), insanların eşit olduğunu açıklayan sadece dindir.

1991 ile 1997 yılı arasında Avrupa kıtasına yapılan toplam göçün 520 bin olduğu tahmin ediliyor ve bu göçmenlerin hemen hepsine de özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya'da ırkçı motivlerle yönelen saldırılar gerçekleşti. Afgan Savaşı sırasında Pakistan'da dört milyon mülteci vardı ve çok daha fakir olmasına karşılık Pakistan’da hiç de ırkçı bir gerilim yaşanmadı.

80'li yıllarda bir dizi olay beni Allah'a yöneltti. Kur’an’da buyrulduğu gibi, "Anlayan insanlar için ayetler vardır." Benim için bu ayetlerden (işaretlerden) biri, kriketti. Bu oyuna başlayıp zamanla geliştirdiğimde, şans diye düşündüğüm şeylerin aslında Allah'ın iradesi olduğunu farketmeye başladım. Yıllar ilerledikçe bu husus, iç âlemimde daha berraklaştı. Fakat İslami düşüncelerimin asıl gelişmesi, Salman Rüşdi'nin "Şeytan Ayetleri" kitabının sonrasına rastlar.

Batı dünyasında yaşamakta olan benim gibi insanlar, Müslümanların kitaba gösterdiği tepkiyi takip eden dönemde, İslama karşı gösterilen önyargılar karşısında en fazla zor durumda kalan kişilerdir. Darbenin en ağırına biz göğüs germek durumunda kalıyoruz. Önümüzde iki seçenek kalıyor: Ya savunacağız ya da sıvışacağız. İslam’a yönelik saldırıların haksız olduğunu güçlü bir şekilde hissettiğim için dinimi savunmayı tercih ettim. Ancak o zaman, bu işi yapabilmek için İslami bilgimin yeterli olmadığını, bu konuda yeterince donanımlı olmadığımı farkettim. Bundan ötürü, araştırmaya başladım ve bu hayatımın en büyük aydınlanma süreciydi. Ali Şeriati, Muhammed Esed, İkbal, Gai Eaton okudum. Ve bunlara ilaveten, elbette bir Kuran çalışması yaptım.

"Hakikati bulma"nın benim için ne anlama geldiğini kısaca açıklayayım. Mü'minler Kur'an okuduklarında daima "İman edenler ve salih amel işleyenler" ifadesiyle karşılaşırlar. Başka bir deyişle, bir Müslümanın ikili bir işlevi vardır. biri Allah’a karşı, diğeri insanlara karşı.

Benim için Allah'a inanmanın en büyük sonuçlarından birisi, insanlara karşı hissettiğim korkuların tamamen ortadan kalkmasıydı. Kuran, "Hayat ve ölüm, itibar ve zillet Allah'ın hüküm dairesindedir." diyerek insanı diğer insana esir olmaktan özgürleştirir. Bu münasebetle, hiç kimseye boyun eğmek zorunda değiliz.

Üstelik, yaşadığımız dünya ebedi olana hazırlık yaptığımız geçici bir yer olduğu için kendi üzerime vurduğum prangaları da kırdım attım. Mesela yaşlanmak korkusu, (batı dünyasında bu nedenle ‘plastik cerrahi’ aldı başını yürüdü) materyalizm, ego, insanlar ne der gibi. Şunu da ekleyeyim ki, insanlar nefsi arzularını yok etmek zorunda değiller, ama onlar tarafından kontrol edilmek yerine onları kontrol etmeleri gerekiyor.

İslam'ın salih amel uyarısını hayatıma geçirerek daha iyi insan olduğumu düşünüyorum. Bencil ve kendisi için yaşayan birisi olmak yerine, Kudretiyle Allahın bana lütfettiğinden ihtiyaç duyanlar için kullanmak zorundayım. İslamın esaslarını takip ederek bunu yapmaya devam edersem, fanatik birisi olup çıkmam. İşte bu yolda yürüyerek, fakir insanlara karşı merhamet hissiyle dolu olan hoşgörülü ve verici bir insan oldum. Başarıyı Allah’a atfederek, kibir yerine tevazuyu öğrendim.

Ayrıca, kendi insanımıza karşı züppe tavırlı Pakistan seçkini gibi davranmak yerine, eşitlikçiliğe inanıyorum ve güçlü bir şekilde toplumumuzdaki zayıflara yapılan adaletsizliklere karşı öfke doluyum. Kur’an’a göre "zulüm cinayetten bile beterdir." Aslında ancak şimdi İslamın hakiki anlamını kavrıyorum, eğer Allahın iradesine boyun eğmişsen, bir iç huzuru kazanırsın.

İmanım sayesinde daha önce var olduğunu hiç bilmediğim ve hayatımda potansiyelimi açığa çıkartan içimde bir kuvvet keşfettim. Pakistan'da bizim seçmeci bir İslama inandığımızı hissediyorum. Sadece Allah'a iman etme ve ibadetleri yerine getirme yeterli değildir. Ayrıca iyi ve ahlaklı insan da olunması gerekiyor.

Pakistan'ın yüz yüze geldiği problemlerden biri, iki tepkisel grup arasında yaşanan kutuplaşmadır. Bir tarafta, İslama Batılı gözlerle bakan ve onun hakkında yetersiz bilgiye sahip olan “Batılılaşmış grup” var. Bunlar toplumda İslamı öne çıkaran kişilere güçlü bir şekilde reaksiyon gösteriyorlar ve sadece dinin belirli kısımlarının vurgulanmasını istiyorlar. Diğer uçta ise, bu Batılı elite karşı tepki veren “Geleneksel grup” var. Bunlar da imanın savunucusu olmaya çalışıyorlar, ama bunu yaparken bazen hoşgörüsüz olabiliyorlar.

Yapılması gereken şey, iki taraf arasında bir diyaloğun başlamasıdır. Bunun gerçekleşmesi için İslam’ı güzelce araştırmalı ve öğrenmeliyiz. İnsanların Allah’a iman edip Müslümanlığı yaşamaları, bütünüyle kendi tercihleridir. Kur’an’ın bize ifade ettiği gibi, "Dinde zorlama yoktur." Fakat toplumun bir kesimi de, diğer kesimi aşağı görerek problemleri çözemeyeceklerini anlamak zorunda. Kendilerini bilgiyle donatmalılar. Kur’an Müslümanları “vasat ümmet” olarak tarif ediyor, aşırı uçlar olarak değil. Mübarek Peygamberimiz’e (asm) sadece mesajı iletmesi, insanların iman edip etmemelerinden dolayı üzülmemesini söylendi. Dolayısıyla İslamda bir kimsenin fikirlerini başkasına zorla kabul ettirme yoktur.

Dahası, bize diğer dinlere, ibadet yerlerine ve peygamberlere saygılı olmamız öğretildi. Malezya ya da Endonezya’ya hiçbir Müslüman misyoner ya da ordu gitmedi. Ama bu insanlar kendilerine din olarak İslam’ı seçtiler. Çünkü onlarla iş yapan Müslüman tüccarlar ilkeli bir kişiliğe ve mükemmel bir karaktere sahiplerdi. Şu anda İslam için en kötü reklam, özellikle dinin insanları haklarından mahrum etmek için kullanılmasıdır. Aslında İslam’ın esaslarına uyan bir toplum hür düşünceli olmalı. Eğer Pakistan’ın Batılılaşmış sınıfı İslamı araştırmaya ve öğrenmeye başlarsa, bu sadece toplumun mezhepçilik ve aşırılaşmaya karşı koymasına yardım etmeyecek, aynı zamanda terakki odaklı bir din olarak İslam’ın ne olduğunun anlaşılmasını da sağlayacaktır. Unutmayalım ki, İslam evrensel bir dindir ve bizim peygamberimiz (a.s.m.) tüm insanlara gönderilmiş bir rahmet peygamberidir. Biz O’na teslim olmaz isek, Allah bizim yerimize başkalarını getirmeye elbette kadirdir.