28 Şubat 2008 Perşembe

asım nesli

Evliyalar diyarı olan vatanımızın manevi ikliminde yetişmiş abide
şahsiyetlerdendir Mehmet Akif. "Vatanı sevmek imandandır" hadisinin, ruhunda
noksansız tecelli bulduğu bir vatan sevdalısı olduğu kadar, "Benim iman dolu
göğsüm gibi serhaddim var" diye haykıracak kadar da imanla doludur. Gözler
önünde yok edilen bir nesilin feryadı ve hunharca parçalanan İslam aleminin
sancılı üstadıdır. Dinin yokoluş sürecinde varoluş mücadelesinin önde giden
akıncılarındandır. Yüreğinden kamışla kan çekerek yazdığı mısralarda
vatanın, milletin ve Asım neslinin sesi oldu çağlara. Mehmet Akifi bir ceset
olarak düşünmek yanlıştır. O mana aleminin bir aynasıdır. Hayatında asla
dininden taviz vermemiş ve asla zalimlerle bir olmamıştır. İşbirlikçi
hainler gibi dinine ihanet etmemiş, hele zulmü asla alkışlamamıştır. Hain
hesaplar üzerinde paylaşılan bu vatanın gidişi karşısında çaresizliğini ve
çareyi yazmıştır eserlerinde. Hakkın sesini halkın sesi haline dönüştürmek
için ömrünce çalışmış ve son nefesini yine bu uğurda vermiştir. "İstiklal
Şairi" olma şerefine nail olmuş ve milletimizin ruhunda derin akisler
uyandırmıştır. Yaşadığı onca savaş, gördüğü bir o kadar sıkıntı ve çektiği
sürgünlere rağmen her şart altında hakkı haykırmıştır. Vefatının sene-i
devriyesini yaşadığımız bu günlerde en çok Mehmet Akifi anlamalı, onun
halet-i ruhiyyesini özümsemeliyiz…
Varlık alemine açılan bir göz
Mehmet Akif 1873 yılının Aralık ayında İstanbul´da Fatihin Sarıgüzel
Mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babası oğluna ebced hesabı ile doğum yılını
gösteren "Ragıyf" adını vermişti. Fakat alışılmadık olan bu kelime zamanla
çevresindekiler tarafından "akif" şeklinde telaffuz edilmeye başlandı.
Mehmet Akifin babası Fatih Medresesi müderrislerinden Mehmet Tahir Efendi,
annesi ise Emine Şerife Hanımdır. 4 yaşında Fatihte Emir Buhari Mektebine
başlayan Akif daha sonra Fatih Merkez Rüştiyesi´nde öğrenim hayatına devam
etti. Daha sonraki yıllarda ise "Mülkiye Mektebi" ne başladı. Akifin şiir
yazma merakı ortaokul yıllarında başlamıştı. 1889 yıllarında ailesinin
çektiği sıkıntılardan dolayı Mülkiye Mektebini bırakan şair "Baytar Mektebi"
ne başladı. Çünkü öğretime yeni başlayan bu okulun, ilk mezunlarına garanti
iş verilecekti. Şair, spor yapmaya da merak sarmıştı. Çok iyi ata bindiği
rivayet edilmektedir. Daha sonra Baytar Mektebini bitiren Akif "Baytar
Müfettiş Muavini" olarak Fransaya davet edilen grupla beraber işe başladı.
1898 de yirmi beş yaşında iken evlendi ve üçü kız olmak üzere altı çocuğu
oldu.
"Sadece emr-i bil marufa yemin ederim…"
Temmuz 1908de ikinci defa Meşrutiyet ilan edildiğinde Mehmet Akif
İstanbulda, Umur-u Baytariye Dairesi Müdür Muavini olarak bulunuyordu. O
zamanlar İttihad ve Terakki Cemiyeti açıktan üye kaydına başlamıştı. Çünkü
yaşanan kötü gidiş karşısında ne yapacağını bilmeyen halk, Cemiyeti adeta
umut kapısı olarak görmüştü. Hemen hemen tüm alimler ve tekke şeyhleri
Cemiyete ümit bağlamıştı. Meşrutiyetin ilanından on gün sonra Akif ve bazı
arkadaşları da Cemiyete kaydoldu. Kayıt esnasında vuku bulan bir olay
tartışmaları da beraberinde getirdi. Cemiyete giriş yeminle başlıyordu. Akif
yemin metnine itiraz etti ve "sadece Emr-i bil marufa" yemin edeceğini, aksi
halde söz vermeyeceğini söyledi. Bunun üzerine metin Akifin isteği ile
değiştirildi, "İslamcı" aydınlar diye tabir edilen kesimin toplandığı; Eşref
Edip tarafından yayınlanan "Sebilurreşat" dergisinin başyazarı oldu. Balkan
savaşlarının felaketli günlerinde Akif, İstanbulun üç büyük camisinde halka
hitap ediyordu. Fatih, Süleymaniye ve Beyazıd vaazları Sebilurreşata
yayınlandı. Akif, Meşrutiyet yıllarında desteklediği İttihad ve Terakki ile
giderek yolunu ayırdı. Daha sonra Osmanlı Devletinin istihbarat teşkilatı
olan "Teşkilat-ı Mahsusa" ya katılarak Arabistanın Necid bölgesine yapılacak
geziye katıldı. Gezinin amacı Şerif Hüseyinin İngilizlerle anlaşıp
anlaşmadığını olay yerine giderek araştırmak idi. Mehmet Akif meşhur "Necid
Çöllerinden Medineye" şiirini de bu esnada yazmıştır. Daha sonra Şerif
Haydar Paşa´nın daveti üzerine bir süre Lübnanda bulunmuştur.
Akif kürsüde
1919 yılı tüm Müslümanların olduğu gibi Akif´in de ızdırap yılı oldu.
Başlayan işgaller karşısında ümmetin her ferdi gibi samimice çalışmaya
koyulan Akif, ihtiyaç hissedildiğinden Ankaraya geldi ve burada ümmeti
galeyana getirecek vaazlarına başladı. Bir çok camide halkı milli mücadeleye
çağırdı verilen cihad fetvalarına katılımı artırmak için hayli uğraştı.
Hatta Kuva-i Milliye bünyesinde yer aldığı zamanlar da olmuştur. Yaptıkları
çalışmaları halka duyurmak ve milletteki heyecanın tazeliğini korumak için
Sebilurreşat´ta yazılar yazıyordu. İşte bu gün ki eseri "Safahat" bu
yazıların ve gezi notlarının toplamıdır. Özellikle Kastamonu "Nasrullah"
Camiinde yaptığı konuşma büyük yankı uyandırdı. Bu konuşma İstiklal
Savaşı´nın ruhunu ve neden yapıldığını anlatan en önemli vesikadır. 1920
yılında Mustafa Kemalin teklifi üzerine Burdur mebusu oldu. Her şart altında
vatanına hizmet vazifesini yerine getirmeye çalışan yazar bu esnada adeta
halkın sesi olmuştu. Verdiği vaazlar ve yazdığı eserler binlerce mücahidi
galeyana getirmiş ve onlarda cihad aşkını uyandırmıştı.
Sürgün edilmiş bir hayat…
O yıllarda Trabzon Milletvekili olan Binbaşı Ali Şükrü Bey Mecliste
muhaliflerin sözcüsü konumunda idi. Lozan müzakerelerinde hükümetin yanlış
yaptığını, "Misak-ı Milliye" uymadığını ve Musulu elden kaçırdığını söyleyen
muhalifler, hükümeti sıkıştırmakta idiler ve bu esnada Ali Şükrü Bey
kaçırılmış, bir süre sonra da ölü bulunmuştu. Anlaşılan Mecliste muhalif
olmak meşakkatli bir işti. Hatta bir ara Mart ayında yapılan gizli
görüşmelerde Mustafa Kemalin kürsüden inerek Ali Şükrü üzerine yürüdüğü
meşhurdur. Kazım Karabekir Paşa hatıralarında Mustafa Kemalin Ali Şükrü Beye
olan öfkesini şu satırlarda anlatmaktadır: "14 Kasım 1922 akşamüstü, Gazi ve
Fevzi Paşalarla ben trenle Ankaradan İzmire hareket ettik. Gazi pek asabi
idi; "Muhaliflerden Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey, Ankaraya matbaa
getirmiş ‘TAN´ adında bir gazete çıkaracakmış. Siz hala uyuyorsunuz…" diye
yaverine bağırdı ve yakın, yıkın diye çıkıştı. Ben de bunun doğru
olmayacağını arz ettim." İşte Akifi de, Bediüzzamanı da Meclisten soğutan
sebepler aynı idi… Sebilurreşat Dergisi de o yıllarda "irtica" damgasından
nasibini almış ve Şubat 1925teki "Şeyh Said" isyanı gerekçe gösterilerek
kapatılmıştı. Bu yıllarda Mısıra sürgün edilen Akif tam on yıl Mısırda kaldı
ve uğradığı hayal kırıklığını şu mısralarla anlatıyordu: "Bu değil
beklediğim hürriyet". Bu yıllarda bir Kur´an meali yazmak için Diyanet ile
anlaşan Akif tercümeyi yaptıktan sonra, meali Diyanet´e vermekten vazgeçti.
Sebebini de şöyle izah eder: " Tercüme çok güzel oldu, umulduğundan da
ziyade. Ama ben bunu verirsem namazda okutmaya kalkacaklar, ben o zaman
Allahın huzuruna çıkamam Peygamber´in yüzüne bakamam…" İşte ileri
görüşlülükte enfes bir örnek. Hasta bir vaziyette yıllar sonra vatanına
dönen Akifin ölümü de bir o kadar hazin olmuştu. Vatanına ve milletine
beslediği sevginin karşılığının bu olması gerçekten insanı kahredici idi. Ve
İstiklal Şairi 27 Aralık 1936 yılı pazar akşamı sevgilisine kavuştu.
Büyük bir vefasızlık örneği
Ertesi gün gazeteler İstiklal Şairinin öldüğünü ilan ettiler. Cenaze Beyazıd
Camisine getirildi. Resmi çevrelerden kimsenin olmaması gözlerden kaçmadı ve
alsancaklı siyah Kabe örtüsüne sarılı tabut binlerce gencin omuzlarında
taşındı. Cenazeden sonra ise göze batan gençlerden hepsi sorgu ve gözaltı
sürprizi ile karşılaştılar. Edirnekapıda kefeninin yanına Kur´an ve İstiklal
Marşı konarak defnedildi. İşte bir İstiklal Şairi ve maneviyat mümessili
olan Akif, Müslüman bir ülkede ebedi istirahatgahına böyle uğurlandı.
"Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın"
O zamanın Maarif Vekaleti, Erkan-ı Harbiyenin (Genel kurmay) isteği üzerine
bir istiklal marşı müsabakası yapılacağını gazetelerde ilan etmişti.
Yarışmaya yedi yüzden fazla eser geldi. Fakat içlerinde dereceye girebilen
olmadı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver ve arkadaşları
Akife başvurdular. Akif ise "para ile şiir yazmam" diyerek teklifleri geri
çevirdi. Kendisine kazansa bile para verilmeyeceği taahhüdünden sonra
teklifi kabul etti. Ve Taceddin Dergahı´nda geçen soluksuz zamanlarda bir
annenin doğum sancısı misali, ızdıraplı düşüncelerle milletin kaderini
kağıda aksettirdi. Ardından da şu ulvi münacatı yaptı "Allah bu millete bir
daha istiklal marşı yazdırmasın". İstiklal Marşının tam metni 17 Şubat
1921de Sebilurreşat ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde yayınlandı.
Ardından, on beş gün sonra, 1 Mart 1921de TBMMde okundu. 12 Martta resmen
kabul edildi. Ve mecliste defalarca okunarak ayakta alkışlandı.
"Hak namına haksızlığa ölsem tapamam"
Sultan 2. Abdulhamid dönemini görmüş, Balkan Savaşları, Trablusgarb Savaşı
ve Birinci Cihan Harbi´ni müşahede etmiş, saltanatın hilafetin ilgası gibi
şok olayları birbiri ardına yaşamıştı. Ve hepsinden aldığı tecrübelerle
gelecek nesle bu mısralarla sesleniyordu: "Hak namına haksızlığa ölsem
tapamam" böyle anlatmıştı çağlara mesajını Akif… Nerde bir müslüman zulme
uğrasa uyuyamamıştı Akif, Onlar için hiç değilse bir muştu yazmıştı. Milli
Mücadele döneminde halkın hislerine tercüman olan Akif kendi vatan
evlatlarının şehadetini de en güzel şekilde haykırmıştı şu mısralarla: "Ey
şehit oğlu şehit isteme benden makber/ Sana ağuşunu açmış duruyor
peygamber.". Böylesine içten yazılmış bir "Çanakkale Destanı"na da ancak
böyle destansı bir sesleniş yakışırdı. Ve unutturmamak için binlerce şehidi
şu mısraları yazmıştı: "Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın/ Gömelim
gel seni tarihe desem sığmazsın.". Savaşın tahlilini o kadar güzel anlattığı
şu satırlar adeta ağlıyor durumun vehametine: "Kustu Mehmetçiğin aylarca
durup karşısına/ Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına.".
Asımın nesli
"Asımın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek/ İşte çiğnetmedi namusunu
çiğnetmeyecek.". Asım, Mehmet Akifin üzerinde en çok çalıştığı ruhtur. Asım
yazarın "Safahat" adlı eserinde bir bölüm olmakla beraber konuşma şeklinde
yazılmıştır. Eserde geçen "Köse İmam" ve "Hocazede" Asımı tartışmaktadır.
Metinde halkı ahlaksızlıktan ve maneviyatsızlıktan kimin kurtaracağını soran
Köse İmama Hocazade "Asım" demektedir. Yani yazarın hayal ettiği nesildir.
İnsanları maneviyatsızlıktan ve bozulmalardan koruyacak İslami bir nesildir
Asım. Ashab-ı Bedirin 21. yüzyıl versiyonudur. Yazar eserde Asım neslini
anlatırken Çanakkale şehitlerini örnek almış ve onların cihatlarını
övmüştür. Mesela şu satırlarla anlatır Asım nesline olan ihtiyacı : "Ne
büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi/ Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı
idi.".
Yeniden “Asım Nesli” geliyor
Vefatının sene-i devriyesini yaşadığımız şu günlerde Mehmet Akifi rahmetle
anarken onun getirdiği “Asım Nesli”nin yeniden uyanması içinde tüm hızla
çalışmaktayız. Her gün bir İslam beldesi işgal edilirken, zalimler dünyanın
jandarmalığına soyunmuşken ve İslam ayaklar altına alınırken Akifin
duygularını hissetmenin tam zamanıdır. Suretleri değişen medeniyet
canavarlarının kanlı dişleri İslam beldelerini parçalarken susmak elbette
Asım´ın nesline yakışmaz. Asırlar geçmekte fakat hedef asla değişmemektedir.
Hedef o zaman olduğu gibi bu gün de İslamdır ve Müslümanlardır. Teknolojinin
gelişip enerjinin artması refahı getirmemiş sadece düşmanları "teknolojik
canavar" yapmıştır. Yani Akifin deyimi ile "tek dişi kalmış canavar".
İttihad-ı İslam için ömrünü adamış ve bayrağına sevdalı bir şahsiyet Mehmet
Akif. Şükran hep sana, rahmet hep sana olsun…

Hiç yorum yok: