28 Şubat 2008 Perşembe

şaşkın












Fakülteye
doksanl
ı yılların sonunda başladım ben. Öyle köyden
çıkıp, elinde valizi şaşkın şaşkın etrafını seyre dalan oğlan çocuklarından
değildim. Peşim sıra yollara dökülmüş yavuklum da yoktu. Cerahati, yeniyetme bir
alınganlıkla arada akmaya başlamış; hayatın ne anlatılacak, ne de anlaşılacak
bir konusu olmadığının farkında dahi olmayan, hala sunulan her hayatın bir umut
olabileceğini düşünecek kadar işveli işveli gezinip dururdum. Ve hala o zamanlar
doğduğu ve yaşadığı şehirle bir gönül ilişkisi kuracak kadar kendine ait bir
şeylere sahip çıkmak gibi amansız hislere kapılırdım.



Fakülteye
doksanlı yılların sonunda başladım ben. Gurbetin altında ezilen delikanlıların
ve çarpık bacaklı oğlanların göz kırpmalarına kıkır kıkır gülerek, o an yanında
bulunan kızın koluna daha sıkı sarılan ergenlikten yeni kurtulmuş kızların
arasında geçti ilk yılım.



İçine kapanık
genç kızlar bu yılın sonuna doğru daha yüksek sesle konuşur olmuş, taşralı genç
oğlanlar köylerinde bıraktıkları yavuklularını yan sınıftaki güzelle
değiştirecek kadar büyümeye başlamışlardı. Ben, ne denli canım sıkılırsa
dünyanın o kadar düze çıkacağını düşünenlerdendim. Gizli gizli, ıssız ırmak
kenarlarında Hüseyinle kitaplar okur, mangal artıklarının yanında şatolara
yerleşirdik. İçimizin ıssızlığını ancak başka bir ıssızlıkla dolduruyorduk.



Hüseyini öyle
böyle biri sanmayın. Metrelerce öteden fark edilirdi Onun karşıdan gelen olduğu.
Kaldırımla yol arasındaki o ince duvarda yalpalayan birini görürsem anlardım
Hüseyinin geldiğini. Babasının aldığı iki kat elbisenin içine son iki senede
sığmaz olduğunu anlatır dururdu. Kırılgan, içli, yalnız ve garipti Hüseyin; bir
de yerli malıydı.



Her yeni yüz,
yeni bir fırsattır kendimizi saklamak için. Ve gittiğimiz her yerde, yeni
birileriyle karşılaşınca bu fırsat karşımıza çıkar. Tedrisatın daha ilk
günlerinde sınıfın arka taraflarına baktığımda bu denli samimiyetin ancak bir
harbi galebe çaldıran bir manga gönüllü tarafından olacağını düşünür, bu ergi
sarhoşluğunun ne zaman biteceğine dair kendimle bahse girerdim. Girerdim çünkü,
zamanın eleğine karşı duracak bir samimiyete o vakte kadar rastladığım hiç
olmamıştı. Benim bu sessizliğimde bilgelik arayan sıra arkadaşım Oktay, hemen
arkamda oturup beni gizli gizli süzen, daha elindeki oyayı bitirmeden gurbete
düşmüş Mehtap, kantin işletmeciliğini holding patronluğu sanan Kantinci Tuncay.
Bilirsiniz, taşranın küçük kentlerinde geceleri güneş gözlüğü takıp gezen
yörenin has yiğitleri olur. Bizim Kantinci Tuncay da işte o yiğitlerdendi. Orada
kaldığım sürece sol yanına doğru eğilerek yürüyen Kantinci Tuncaya içten içe az
gülmezdim Ona her rastladığımda. Onunla konuşma fırsatını ancak mektebin son
senesinde yakalamıştım. İnsanlığın çöküşü, ahlakın yerlerde debelenmesi,
memleketin huzura erişmesi, eğitimdeki kalitenin düşüklüğü gibi mevzularda
saatlerce Kantinci Tuncayı konuşturmuş ve en son vurucu cümleyi kalkarken
söylemiştim: "Sen mebus olmalısın!" Beklediği de buydu benden. Ah bu taşranın
başbakan adayları!..



İliği açılmamış
sırlar usul usul bana ilişmeye başlıyordu. Zaman ilerledikçe bahse girdiğim
zafer sarhoşluğunun bitme vaktini tahmin etmek hususunda çok da yanılmağımı
anlıyordum. Beni sarsan geçmişimi, girilmeye korkulan, hakkında türlü hurafeler
üretilmiş mağaralarda saklarken tüm hayatları ortalarda sır diye gezen
arkadaşlarım, kimseye yanaşmamışlığıma bir usta edası yakıştırıp hususi tüm
hayatlarını bir bir anlatmaya başlamışlardı. Onlar anlattıkça anlatır, ben
istismar edilmiş göçmen hallerimi, anlatılanlara suskunluğumla yamardım. Kaç
sırrı defalarca yeniymiş gibi dinleyip durdum. Bilirdim, insanın dinleyecek
birilerini bulması zordu, güvenecek birilerini bulması zordu, onları anlayacak
birilerini bulması da. İçimde kendime bile yer bulmaya zorlanırken onlara hep
küçük paftalar dağıtıyordum. Onları dinleme sebeplerimden biri de bendeki bu
"belki şimdi olabilir" ivediliğiydi. Bu hal, başlangıçta içimde kanatlanan bir
yandaşa dokunma arzusuydu. Bizim yandaşlarımız gece karanlığında kuvvete erişir,
kırgınlığımızın ve kızgınlığımızın gözlerine ancak gün yüzü ortadan kaybolursa
mil çekilirdi.



Uluyan sokak
köpekleri, bankta sevgilisiyle oturmuş haspalar, ortalarda kimse yokken rahat
rahat vazifesini yerine getiren mahalle delilerinin hepsi beni tanırdı. Sokak
aralarında güneş kaybolunca doğardım ben ve yanımda hep başka yüzler olurdu. Bu
bakir vakitlerin, yandaşlığımızın bekaretine dokunmayacağını sanırdım. Yanımda
yandaş diye gezdirdiğim herkes en fazla iki kez tahammül ederdi bana. Dillerimiz
aynı türküyü söylemiyor, kulaklarımız aynı kelimeleri duymuyor, içlerimiz hep
başka çizgilerle kalem oynatıyordu. Ayartamıyorduk yani birbirlerimizi



İnsanı
bulunduğu yere yabancılaştıran o yere dahil olmamasıdır, insanın hazzetmediği
şarkılar dahil olmadığı melodilerdir, insan dahil olmadığı kalabalıklardan
kaçar. Beni yağmalayan gençliğim, fakültenin uzun koridorlarından da, bir bardak
çayla kantinde oturan tüm kızları ve oğlanları uzun uzun süzen arkadaşlarımdan
hep uzak durmamı öğütlerdi. Durur onlara bakardım; "ben bu yağmanın
neresindeyim?" O an yerküre üzerinde kimsenin olmadığını düşünür, dünyanın
ortasına bırakılmamı bana verilmiş bir ceza gibi düşünürdüm. Uzak kalmak



Şimdi kalkıp
başka ne anlatayım size? Sınıfın tahtasına "Lenin" yazdı diye vatan
muhafızlarından tam tekmil kötek yiyen ve ertesi gün pılını pırtısını toplayıp
baba ocağına dul kadın gibi dönen arkadaşımızı mı, fakültenin ikinci senesinde
başı kapalı kızları içeri sokmayan hürriyet azgınlarını mı, üç ayda bir sevgili
değiştiren yeniyetme oğlanları mı, banka kartını vicdanlarına değiştiren
hocalarımızı mı, Kantinci Tuncayı taklit eden kantinci çıraklarını mı, mektep
süresince aynı pabucu ayaklarında saklayarak giyen tedirgin kızı mı, diplomasını
almaya bile hala içine sığmadığı elbisesiyle gelen Hüseyini mi, sabahlara kadar
oturduğum güvenlik kulübesindeki görevlileri mi, bir üst sınıfa geçince alt
sınıftakilere böbürlene böbürlene mektep ve hocaların tarihçesini ortaya döken
insancıkları mı, yoksa kendimi mi? Hani dünyanın ortasında bütün güzel olan
şeylerden muaf olan kendimi mi?



Kendini ceza
olarak yerkürenin ortasına bırakılmış olarak görenler ancak şaşkınlıkları ve
karmaşıklıklarıyla hatırlanırlar Geçenlerde Hüseyin aramıştı. Üstüne, sığdığı
üç takım almış. O söyledi

Hiç yorum yok: