19 Şubat 2012 Pazar

http://extragarson.wordpress.com   garson ve eleman

10 Mayıs 2008 Cumartesi

Gençliğin Kurtuluşu KİM’de?

Yaş Değil; Ruh İşi…

“Gençlik” mefhumu,her zaman ve mekânda insanları şu veya bu şekilde heyecanlandırmıştır. İçinde her daim keşfedilmeye değer cevherler bulunduran bu mefhum, bir yandan kestirilemez gücü ve kuvvetiyle çözümlenmeyi beklerken, bir yandan da “kim bilir nelere gebe” potansiyeliyle de ciddiye alınmamayı affetmeyendir.

Bu minvalde gençlik, şöyle-yada böyle her zaman gündemdeki yerini korumaya devam eder...

İlk bakışta bile göze çarptığı gibi, kimilerinin, en kabasından bir “sermaye” olarak gördüğü bu gençlik; kimilerine de “iyi bir sömürge malzemesi” şeklinde görülür… Yaşı geçkin olanlarından daha “iyi niyetlileri”, mevzuuyu “gençler bilebilse” sığlığıyla ele ala dursun; her aynı sığlıkla her ân;“ona öyle demezler, Bey Amca!” ukalalığıyla karşılığını bulabilirler…

Geçelim…

Bizim fikriyatımızda gençlik, “yaş” değil, ruh işidir…

Gençlik, zamanın her zerresiyle hakkını verme sorumluluğunu kuşanan, dâvâ mesuliyetini ruhunda tazelikle taşıyandır…

Hemen söyleyelim ki, bu dairenin içine girmeyenleri “genç”ten saymıyor ve onları tanımıyoruz!..

Köşe-bucak “piyasa” yapan, bütün mesaisini “10 gram et-üç gram hormon” için harcayan, çocukluktan kalan saflığının, iki kutu birayla ırzına geçenleri istesek de tanıyamıyoruz… Çünkü onlar, hep özendikleri gibi şu veya bu şekilde “büyümüş”ler meğerse!..

Tanıyamıyoruz derken teşbihten öte; sahiden öyle…

Mesela, bir gün geç saatte evime doğru giderken, köşe başında çömelmiş siluetler gördüm… Biraz daha yakınlaşınca içlerinden biri bana doğru yönelerek “iyi akşamlar” dedi… Durdum, baktım… Tanımadığımı anladı ve takdim etti:

-“Ağbi, benim Serkan”

-“Hangi Serkan?”

-“Sinan’ın kardeşi… “ deyince hatırladım…

Bu saatte burada, ne yaptıklarını sordum. “Müslüm takılıyoz, biralamaca yapıyoz ağbi” dedi… Karşımda “hafif sarhoşlamış”-çakmak çakmak olmuş gözleriyle sırıtan çocuk 15 yaşında ya var; ya yoktu!..

Bizim Gençliğimiz…

Halbuki bizim anlayışımızdaki gençlik; olanca enerji ve kuvvetini Mutlak Hakikat’in emrine veren, gerektiğinde gözünü kırpmadan canını tehlikeye atandır.

Biz, “gençliğimizi” ablak suratından değil; küfre karşı meydan yerine çıkıp, hesap soruşundan, düşman bellediği bu Allahsız sistemin, köpeklerine karşı kafa tutuşundan ve aynı köpeklere boyun eğmeden “dik duruş”undan tanıyoruz…

Biz, genç olmayı, mukaddes dâvânın yükünü sırtlanmak, bunun liyakatine erme ızdırabıyla yanıp- kıvranmak diye biliyoruz…

Çözüm Örgütlenmek…

Az önce misalini verdiğimiz o “genç”ten binlercesi mevcut… Daha kötüsü bu, onlarca çeşit hastalığın içindeki diğerlerinin yanında çok daha “masum” kalır…

“Fikir, zıddını bırakma işidir” ölçüsüyle bakınca, onları her ne kadar “tanımasak-tanıyamasak” da, elbette görmezden gelemeyiz, gelmiyoruz ...

Görmezden gelmiyoruz çünkü, -“anlam” versin veremesin- hepsinin bir derdi- bir tepkisi var aslında…

Kimi tornada ustasına, kimi ayyaş olan babasına, kimi okulda, kendini küçük düşüren hocasına, kimi anasına, kimi bilmem neyine veya nesine…

Kırgınlar, kızgınlar, üzgünler… Çünkü gençler her şeye rağmen hala hassaslar…

En “hastası” bile, bahsettiğimiz o “potansiyel cevheri” içinde taşıyor…

Ama ne yazık ki, gençlerin bu ölümcül öfkeleri, bilinçli ve sistematik bir tarzda- Batı bataklığına kanalize ediliyor…

Ve böylece, hepsinin ortak noktası bu pisliğe kapılıp, doğru tepki verememelerinde oluyor…

Enerjilerini yanlış yerlerde harcadıkları gibi, tepkilerini de yanlış yerlerde gösteriyorlar…

Aslında bu onların suçu değil…. Bu, içinde yaşadıkları Mutlak Fikir yoksunu “başı-bozuk”ların, kendilerine nüfuz etmesinden başka bir şey de değil…

İşte tam da bu noktada, örgütlenmenin kaçınılmaz çare olduğunu söylüyoruz.

Seyirciliğin kolaycığıyla değil; tepeden inme bir tavırla, hareketimizden misâlleriyle, bir aksiyon hamlesiyle…

Teyakkuz, Taarruz…

Bugün dünyanın her yerinde gençlik; Batı hayat tarzının kendisine dayattığı pisliğin içinde ya boğulup gidiyor, ya da öfkesini aksiyona dönüştürüp, buna Alparslan Arslan gibi, Malatya’lı, Trabzonlu, Sorgunlu, Güney Koreli gençler gibi teyakkuza geçip, taarruz üslubuyla cevab veriyor…

Eğer bu öfke, bu teyakkuz, bu taarruz doğru bir aksiyon mihrakına bağlanmazsa, ortalık kaba “eşkıya”dan geçilmez... Burada örgütlenmenin önemi tekrar görünüyor…

Örgüt, dağınık hareketleri düzenleyen, sağladığı ideolojik formasyonla, hedefi netleştiren, eylem gücünü kat be kat arttıran özellikleriyle yapılan her işi bir gayeye bağlayıcıdır.

Yoksa, bir takım heyecanlara kapılıp yapılan iş, aksiyon değil daha önceden de işaretlediğimiz gibi kuru “tepkiler” olmaktan kurtulamaz…

Bunun yanında örgüt, “yetiştirici” özelliğiyle, tavır alma alışkanlığı ve karar verme gücünü arttırmasıyla da, gençlerin bütün gereksinimlerine en doğru cevabı veren yegane sistemdir…

Kölelikten Hürriyete…

Batı hayat tarzının tacizinden bunalan, öfkesini bir türlü ifade edemeyen, mimiklerini bile düzenleyecek kadar kendisine müdahale eden bu sistem karşında hemen şimdi yapılması gereken tek şey, Batı’nın ruhlara enjekte ettiği hayvanca hayat tarzından bir ân önce kurtulup, Büyük ALLAh”ın dünya görüşünü kuşanmaktır…

Bundan sonra atılacak her adım, hayat tarzının ALLAH’a muhatab olmasıyla kendiliğinden gelecektir…

ALLAh inancını yani İslami degerlerini “nerede ne yapılması gerektiğini” düzenleyen pozitif müdahaleciliğini özümseyen genç; artık “gerektiği yerde gerekeni yapmak” ölçüsünü cebine koyup, “Kendinden Zuhur”un hürriyetiyle, bütün dünya sahasında bir eylem serbestisiyle at koşturacaktır…

O artık, “Allah yolunun esiri” olmakla, dünyanın en hür insanı olmuştur…

Cevap:

Gençliğin Kurtuluşu yalnızca ALLAH yolundadır…

En iyi temenni ve dileklerimle görümsek dileğiyle Allaha emanet olun saygılarımla!!!….

HASAN ASLAN

9 Mayıs 2008 Cuma

TÜRKLERİN İSLAMİYETİ KABULÜ

TÜRKLERİN İSLAMİYETİ KABULÜ

Hüseyin DAĞAŞAN*

ÖZET

İslâmiyet 7. asırda doğmuş ve yayılmaya başlamıştı. Türkler de Orta Asya’da, bu dinle İslam orduları aracılığıyla karşılaşmışlardı. Bilindiği gibi İslam dini cihat yöntemiyle yayılıyor ve bir çok savaşlar yaşanıyordu. Türkler de İslam ordularıyla mücadele etmişlerdi. Bu mücadele sürecinde de İslam dinini öğrenmeye ve kabul etmeye başlamışlardır. Türkler Müslümanlarla savaşmış, mücadele etmişseler de İslam dinini kendi rızalarıyla kabul etmişlerdir. Ancak Türkler arasında İslam dininin yayılması uzun bir süreyi kapsar. Bu makalemizde bu sürecin nasıl geçtiğine ve Türklerle, Emevî ve Abbâsîlerin ilişkilerine ve İslam dinini kabul edişlerine değineceğiz.

Anahtar kelimeler: İslamiyet, Türkler, Emevîler, Abbâsîler, Orta Asya

GİRİŞ

Türkler, Gök-Tanrı, Şamanlık, Budizm, Maniheizm, Animizm, Hıristiyanlık, Yahudilik gibi birçok dine girmişlerdi. Ancak Türk ve Dünya tarihini, Türk millî kültürünü en çok etkileyen din[1] İslâmiyet olmuştur.

Bilindiği gibi Eski Türkler, Tanrıyı (Tengri) en yüksek güç ve en büyük yaratıcı kuvvet kabul eden ve semavi bir mahiyete sahip Gök-Tanrı’ya inanıyorlardı. Hükümdarlar kendilerinin tanrı tarafından tahta çıkarıldığına,zaferleri O’nun yardımıyla kazandıklarına inanırlar, O’na ibadet ve dua edilir, kurban kesilirdi. Bu millî bir dindi. Adı da Gök-Tanrı diniydi ve ‘Tek Tanrı’ inancına sahipti.[2]Ayrıca Türklerde; ahiret, cennet (uçmag), cehennem (tamu), kıyamet günü (ulug gün), hesap verme, adalet, melek, şeytan, ruh gibi dinî terimlerde mevcuttu.

Türkler arasında, Ak-Hunlar Budist idi. Göktürk Hakanı Tapu Han, 860 yılında da Sarı Uygurlar Buda dinini kabul etmişlerdi.Uygurlar Mani dinini, 9.asırda batıda Bulgar Hanlığı, Balkanlara geçen Kıpçak ve Oğuzlar ve bir kısım Peçenekler, Macarlar Hristiyanlığı seçmişlerdir. [3]

Türklerle Araplar arasındaki ilişkiler Cahiliye Dönemine kadar uzanır.Nitekim Arap şairlerinden Nâbığatü’z-Zübyânî, Hasan bin Hanzala, Şemmah bin Dırar, şiirlerinde Türklerin cesaret ve kahramanlıklarından bahsederler, ancak Araplar, Türkleri acımasız ve İslam’ın geleceği açısından tehlikeli görüyorlardı.

Hz. Peygamber’in ise Türklerle ilgili hadislerinden bazıları şöyleydi:

“Türkler size dokunmadıkça sizde ona dokunmayın”

“Milletimin mülkünü en evvel Kantûra (bununla Türkler kast edilmiştir) nesli olacaktır.”

“Benim bir ordum vardır. Ona Türk adını verdim. Onları doğuda yerleştirdim. Bir kavme gazaplanırsam Türkleri o kavmin üzerine yollarım.”

Hz. Peygamberin, Hendek Savaşı hazırlıklarında Kubbetü’t-Türkî adlı Türk çadırında oturduğunu ve Medine’de de Türk çadırında îtikâfa çekildiği bilinmektedir.[4]

Arap-İslam orduları Nihavend Savaşında (642) Sasanîleri yenip İran’ı ele geçirince Kafkaslarda Hazar Türkleriyle, doğuda da Maveraünnehirdeki küçük Türk devletleriyle karşılaşmışlardı. Hazarlarla Araplar arasındaki ilk çatışmalarda Araplar yenilmişlerdi (652). 708 yılına kadar bu cephedeki savaşlar durduruldu.[5] Daha sonraki yıllarda Hazarlarla Müslüman Araplar arasında mücadeleler yaşanmış, Hazar Türklerinden İslama girişler görülmüştür.[6]

Emevî yönetiminin Kuteybe bin Müslim’i Horasan valiliğine ataması (705) Arapların Orta Asyayı ele geçirmesinin başlangıcı olmuştur.[7] Kuteybe, Toharistan ve Maveraünnehir’i ele geçirmek istiyordu. Buralardaki Türkler arasında siyasi birlik yokdu. Bu durum İslam ordusunun işini kolaylaştırmıştı.[8] Kuteybe, 707’de ordusuyla Buhara’yı kuşattı. Türk kuvvetleri karşı koymak için çaba göstersede Emevî orduları bu çatışmalardan galip çıktı. Buhara yıllık 200.000 dirhem vergiye bağlandı. Bir yıl sonrada (708) Buhara İslam Devleti hakimiyetine girdi. Şehre bir câmi yapıldı ve İslamiyetin yayılması için çalışmalar yapıldı.

Kuteybe, Maveraünnehirdeki hakimiyetini tamamlamak için Semerkand’a sefer yaptı. 711’de burayı ele geçirdi. Daha sonra Şaş ve Fergana da ele geçirilince Maveraünnehir tamamen Emevî hakimiyetine girdi.[9]

Bütün bu ilişkiler sürecinde Türkler ferdî olarak İslamiyete girmeye başlamışlardır. Ancak Emevîlerin aşırı Arapçılık anlayışı içinde bulunmaları, Arap olmayan Müslümanlara gerektiği gibi hoşgörülü ve adil davranmamaları ve haksız vergiler almaları Müslümanları zor durumda bıraktı, İslamın yayılmasını da yavaşlattı. Bu durum Horasan’da Emevîlere karşı bir isyan hareketi doğurmuştur. Mevâliden olan Ebû Müslim Horasanî önderliğindeki bu harekete Türklerden ve İranlılardan da destek geldi. Nitekim 750’de Emevî saltanatı devrildi ve Abbâsîler hilâfete geçtiler. Eski Emevî politikası yerini İranlı ve Türk Müslümanlara eşit davranan, onları din kardeşi olarak gören bir anlayışa bırakıyordu.[10]

Bu arada Çinliler batıya yönelip Batı Türkistan’ı ele geçirmeye çalışmışlardı. Bu da Araplarla Çinlileri karşı karşıya getirmişti.751’de iki taraf orduları Talas Vadisi’nde karşılaştılar. Karluk Türkleri Abbâsîleri destekledi. Çin ordusu yenilgiye uğradı ve geri çekildi.[11]

Talas Savaşı Türklerin İslamiyete geçişlerinde yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Türklerle Araplar arasında dostluk havası doğmuş ve Türklerin Müslüman olmaları hızlanmıştır.[12]

Talas Savaşı’ndan sonra Türkler Abbâsî sarayında ve ordusunda görevler almaya başladılar. Halife Ebû Cafer el-Mansur, Bağdat’ın kuruluşundan sonra Mübarek et-Türkî adlı Türk kumandana iktalar vermiş,Hammad et-Türkî’yi de Şevad topraklarının siyasî-iktisadî kontrolünde görevlendirmiştir. Ayrıca Hassa Ordusu’na Türklerden birçok asker alınmıştır.

Halife Me’mun zamanında, Türklerin, Halifenin yanında seferlere katıldığı ve isyanların bastırılmasında görev aldıkları da elimize geçen bilgilerdendir.

Mu’tasım’ın Halife oluşunda Türk kumandanların etkisi görülmüştü. Halife Mu’tasım devrinde, Abbâsî ordusundaki Türk askerlerinin sayısı hakkında, 18.000 ile 70.000 arasında farklı rakamlar verilmektedir. Ayrıca Mu’tasım’ın Hilâfet merkezini Samarra’ya taşıyıp Türk askerlerini de oraya nakletmes Türklerin Abbâsî Devleti üzerindeki etkinliğini gösterir.[13] Halife Memun’un annesinin Türk olduğu bu nedenle halifenin Türklerin Müslüman olması için çalıştığı, Abbâsîlerin merkezî yönetiminin eski gücünü yitirmesinden yararlanarak 868’de bir Türk olan Tulunoğlu Ahmed’in Mısır’da bağımsızlığını ilan ettiği de bilinmektedir.[14]

Türkler İslâmiyeti kabul etmeden önce Araplarla uzun süre mücadele etmiş ve İslam Dini hakkında bilgi edinmişlerdi. İslamı, bu bilgilerden sonra kabul etmişlerdir. Hiçbir zaman Arapların baskısından dolayı kabul etmemişlerdir. Daha önce de değindiğimiz gibi Emevîlerin baskıcı politikaları İslamın Türkler arasında yayılmasına engel teşkil etmiştir. Türklerin kılıç zoruyla Müslüman olmadığını gören Müslüman idarecilerin câmiye gelenlere bir takım hediyeler vereceğini vaat etmesi bunun güzel bir isbatıdır. Ayrıca Türkler Müslüman olduktan sonra Müslüman olmayan Türkleri İslam’a davet ediyor hatta onlarla mücadeleye giriyorlardı.

Türklerin İslamiyeti kabul etmeleri 10. asırdan itibaren hızlanmıştır. Ordu şehrinin Türk hükümdarı, Talas’ın doğusundaki Mirki kasabasında yaşayan Halaç Türkleri ve Oğuzlar İslamiyeti kabul ettiler.[15]

İslâmiyeti, Türkler arasında devlet dini olarak kabul eden devlet İtil Bulgarları’dır. Daha sonra Karahanlı Hanı Satuk Buğra Han, “Abdülkerim” adını alarak Müslüman olmuştur ve tebasına da İslamiyeti seçmiştir.[16] Ayrıca 960’larda 200.000 çadır Türk Müslüman olmuştur. Her çadırda 5 kişinin olduğunu düşünürsek bir milyonu aşkın Türkün Müslüman olduğunu söyleyebiliriz. Bu Türklerin Karahanlıların hakimiyetindeki Karluk, Yağma ve Çiğil boylarından olan Türklerle Oğuzlar olduğu tahmin edilmektedir. Üçüncü büyük Müslüman Türk devleti ise Gaznelilerdir (963-1186). Özellikle Hükümdar Gazneli Mahmud İslamın yayılması konusunda önemli çabaları olmuştur. Oğuz Yabgu Devletinde Subaşı olan Selçuk Bey’in 985’de Cend’e gitmesi ve burada Müslüman olması Türk tarihinde bir dönüm noktasını teşkil eder. Çünkü onun torunları tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti, Türklerin İslâmî dönemde kurdukları en büyük devletlerden biridir.[17]

Daha önce de değindiğimiz gibi Türkler İslamiyeti kendi rıza ve istekleriyle kabul etmişlerdi. Bunda en büyük sebep Türklerin eski inançları ile İslam Dini’nin birbirine paralel kural ve inançlara sahip olmasıdır. Bunların en önemlisi de “yaratıcının bir olduğu” inancıdır.[18] Bunun dışında, İslamdaki ahiret hayatı, ruhun ebedîliği, kıyamet, sevap- günah, cennet- cehennem vb. kavramların Gök- Tanrı dininde de olduğu bilinmektedir. Ayrıca İslam dininin emirlerinden olan cihat, fetih, adalet, temizlik, itaat, vatan sevgisi vb. faziletlerin Türklerin yaşam tarzlarına uygun olması da Türklerin Müslüman olmasını hızlandırmıştır.[19]

İslamiyet dışındaki dinleri kabul eden Türkler zamanla millî benliklerini yitirmişlerdir. Örneğin Macar ve Bulgar Türkleri Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bugün ise bu milletler Türklüklerini yitirmişlerdir. Ancak İslamiyet Türklerin milli benliklerini muhafaza etmiştir.

Türkler İslamiyeti kabul ettiği ilk yıllarda Şâfiî Mezhebini, daha sonra ise Hanefî Mezhebini kabul etmişlerdir. İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Mâturidi Türkler üzerinde çok etkili olmuştur. Ayrıca Orta Âsya’da İmam Buhârî, Tirmizî, Tarhan’n torunu Muhammed bin Ali, Farabî, Ebu’l-Müzahim Mûsa, Tanburî Ali gibi alimler yetişmiştir. Bu alimler dini- felsefî alanda İslam’a hizmetlerde bulunmuşlardır, çeşitli eserler ve hadis kitaplari yazmışlardır.[20]

SONUÇ

Türkler İslamiyeti ilk yıllardan itibaren tanımaya başlamışlar ve gerek ferdî, gerekse topluluklar ve devletler halinde, kendi istekleriyle kabul etmişler, özellikle Abbasî Devleti zamanında askerî ve idarî alanlarda hizmetlerde bulunmuşlardır. Karahanlı , Gazneli, Selçuklu Devletlerinden Osmanlı Devleti’ne kadar bir çok Türk- İslam devleti kurarak İslam dünyasına önderlik etmişlerdir.

BİBLİYOGRAFYA

Kitap ve Makaleler

GENÇ, Reşat, “Satuk Buğra Han ve Türklerin İslamiyeti Kabulü ”, Yeni Türkiye Dergisi, Türk Dünyası-1 sayı 15, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1997, s. 160-165.

ÖZAYDIN, Abdülkadir, ”Türklerin İslamiyeti Kabulü”, Genel Türk Tarihi, Cilt 2, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 616-648.

ÖZBAY, Murat, “Türkler ve İslamiyet”, Yeni Türkiye Dergisi, Türkoloji ve Türk Tarihi-1 sayı 43, Ankara 2002, s. 204-212.

TURAN, Şerafettin, Türk Kültür Tarihi, Bilgi Yayınları, Ankara 2002.

Ansiklopediler

AKŞİT, Niyazi, A’dan Z’ye Kültür ve Tarih Ansiklopedisi, Cilt 1(A- K) , Serhat Yayınları, Ankara 1999, s. 5-7, 223- 226.

Komisyon, Yeni Rehber Ansiklopedisi, Cilt 1, Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul 1984, s. 6- 10.



* Gazi Osman Paşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü 2. Sınıf Öğrencisi.

[1] Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, Ankara 2002, s. 135.

[2] Murat Özbay, “Türkler ve İslâmiyet”, Yeni Türkiye Türkoloji ve Türk Tarihi-1 Sayı 43, Ankara 2002, s. 204.

[3] a.g.m. , s. 205, 208

[4] Abdülkerim Özaydın, “Türklerin İslamiyeti Kabulü” , Genel Türk Tarihi, Cilt 2, Ankara 2002, s. 615- 617.

[5] Ş. Turan, a.g.e. , s. 136.

[6] A. Özaydın, a.g.m. , s. 624.

[7] Ş. Turan, a.g.e. , s. 137.

[8] A. Özaydın, a.g.m. , s. 620.

[9] Niyazi Akşit, A’ dan Z’ ye Kültür ve Tarih Ansiklopedisi, Cilt 1 (A-K) , Ankara 1999, s. 225.

[10] M. Özbay, a.g.m. , s. 210.

[11] A. Özaydın, a.g.m. , s. 628.

[12] Ş. Turan, a.g.e. , s. 138.

[13] N. Akşit, a.g.e. , s. 6.

[14] Komisyon, Yeni Rehber Ansiklopedisi, Cilt 1, İstanbul 1984, s. 10.

[15] A. Özaydın, a.g.m.. , s. 639- 643.

[16] M. Özbay, a.g.m. , s. 211.

[17] A. Özaydın, a.g.m. , s.646-647.

[18] Reşat Genç, “Satuk Buğra Han ve Türklerin İslamiyeti Kabulü”, Yeni Türkiye Türk Dünyası -1 Sayı 15, Ankara 1997, s.164.

[19] M. Özbay, a.g.m. , s. 211. ; A. Özaydın, a.g.m. , s. 647. ; R. Genç, a.g.m., s.165.

[20] A. Özaydın, a.g.m., s. 643.

4 Mayıs 2008 Pazar

kızım fatıma! seni ben bile kurtaramam! diyenin dininin mensubu bizler, bu hadisi şeriften ne anlıyoruz.

Peygamber efendimiz ((S.A.V)) bir hadisi-i seriflerinde:-her ana cocugunun bir akrabasi vardir.bundan Fatima nin iki cocugu hariçtir ki,onlarin yakını ve akrabası benim- buyurmuşlardır.(1)
Menavi merhum der ki:şu,Peygamberin bir özelligidir ki,kizlarının çocukları hep yüce peygambere nisbet edilirsede Fatıma (r.a.) nın çocuklarının özellikleri digerinde yoktur.yani öbürleri bunlara denk olamazlar.

Diger bir hadisi şerifte de:-Her sebeb ve nesep,kiyamet gününde kesilir.Benim sebeb ve nesebim bundan hariçtir ki,kesilmez.-buyurmuşlardır.(2)
Bilindigi gibi Ahiret gününde hiç bir kimseye soy ve asalet tarafından fayda yoktur.ben falan zatın ogluyum,falanların soyundanım demek,dünyada oldugu gibi hele ahirette hiç bir fayda saglamayacaktır.Nikah yönünden akrabalıgın da faydası olmaz. Hasılı,kiyamet günü kimsenin kimseye yardımı dokunmaz. Ancak HZ Peygambere gerek soy ,gerekse nikah yönünden ilgisi olanların nesebi kesilmeyecek ve onlar bu yüzden şeref bulup,HZ Peygamberin şefaati ile selamet ve saadete ereceklerdir.Alimler derler ki: hadisi şerifte "SEBEB" ten maksat,müslümanlık ve takvadır."NESEP" ten maksat da nesil zürriyet,nikah yoluyla kurulan akrabalık,hatta süt anne ile meydana gelen akrabalık da dahildir.

Fakat cenab-ı Hakk,Kuran-ı Keriminde:-kıyamet günü kimseye soyu ve asaleti tarafindan fayda yoktur.-buyuruyor.(3)
Demek Peygamber efendimizin dünyada ve ahirette faydasi olan mübarek neseplerinden ayrı olan nesepler hakkındadır.Tefsirciler bu şekilde acıklamakta,ibnü-l-Abidin merhum da böyle ifade etmektedir.(4)

Manavi de der ki: Peygamber efendimizin Fatıma zehraya hitaben:-Ahirette üzerinize gelecek azabı uzaklastıramam,buna selahiyetim yoktur.- buyurması,Ehl-i beytini farz ve vaciplerin yerine getirilmesine teşvik oldugu gibi Allah (cc) sevgisi,Allah korkusu ve takva gibi faziletlerle süslemek,dünya süslerinden sakındırmak ve onunla kibirlenip gururlanmaktan men etmek içindir.
yani ben Rabbimin lütf ve keremi olmadıkca kendi başıma elimden bir şey gelmez.Mevla mın izni olmadıkca kim kime şefaat edebilir ? şu halde benim şefaatim de Allah ın iznine baglıdır.Allah ın izni oldugu zaman özel ve genel şefaatimi kullanacagım.

işte ozaman gerek soydan, gerek nikah yoluyla bana yakınlıgı olanlar bundan faydalanacaklardır. hatta yabancılar bile...
Buna dayanarak HZ. ömer HZ. Ali ile HZ. Fatıma zehradan dünyaya gelen ümmü Gülsüm ün (r,a) nikahına talip oldugunda HZ. Ali -daha yaşi küçüktür- demişse de HZ.ömer:-maksadım ancak Peygamber Ailesine katılmaktır,demiş, HZ.Ali nin kabul etmesiyle HZ.Ömer le ümmü Gülsüm nikahlanmıştı.

Hasılı, bu hadisi şerif,Peygamber Efendimize ((S.A.V)) soy ve nikah yolu ile bag ve ilgisi olanlara pek büyük bir müjdedir.



kaynaklar:
1.teberani,fatima zehra dan rivayet etmistir.yenabiul mevedde, s.85
2.hakim ve beyhaki,HZ.ömerden rivayet etmislerdir. zürkan el mevahib, c,5, s.284
3.Müminun suresi, 101
4.ibnul Abidin, c. 1. s.897.

UNUTULAN SÜNNETLER

UNUTULAN SÜNNET:

Müsafeha etmek(iki mümin karşılaştıkları zaman toka yaparak salavat okumaları)

...Hutbenin arapça okunması

...Sakalın dudaktan itibaren bir tutam olması

...Kıymetsiz yerlere girerken sol ayakla girilip, sağ ayakla çıkılması

...Mübah olan yerlere sağ ayakla girilip sağ ayakla çıkılması(oda,taksi,dükkanv.s. )

...Namazları başı açık kılmamak

...Abdestte ayakları üç defa yıkamak

...Pantolonu katlayıp koymak

...Pantolonu oturarak giymek

...Yolculukta arkadaşlarından birini reis seçmek

...Ölen kimsenin kılmadığı namazlar için iskatın yapılması için vasiyet etmesi

...İstişare etmek

...Sakal ve bıyık bırakmak

...Çevreyi temizlemek

...Çıplak ayakla namaz kılmamak

...Abdest aldıktan sonra kıbleye dönüp su içmek

...Suyu üç yudumda oturarak içmek

...Bıyıkları kaşlar kadar uzatmak

...Kabristandan geçerken selam vermek ve onbir İhlas okumak

...Ölüye definden sonra telkin vermek

...İslam nikahı kıymak

...Tırnak kesmeye şehadet parmağından başlamak

...Tırnağını Cuma günü kesmek

...Yatarken sağ tarafına yatmak

...Abdestli yatmak

...Yemeğe tuz ile başlamak

...Sofrada sirke bulundurmak

...Ayakkabıyı giymeden önce ters çevirmek

...Uşur vermek(farz)

...Ezanın yüksekte okunması(mikrofonsuz)

...Sabah ve ikindi namazından sonra istiğfar okumak

...Yemeğe konan sineği kovalamayıp üzerine bastırmak(bir kanadında zehir diğer kanadında panzehir)

...Hergün ölümü düşünmek

...Gözlere sürme çekmek yatarken

...Salavat okumak(Ömründe bir defa okumak farz,İsmi duyunca vacip,her seferinde ismi duyulunca müstahap)

...Hergün tövbe etmek

...Kabirleri ziyaret etmek

...Güneş doğduktan sonra bir miktar uyumak

... Yolda başı öne eğik yürümek

... Biri seslendiğinde seslenene doğru bütün vücudu ile dönmek

...Abdest aldığında ve mescide girdiğinde namaz kılmak

...Misvak kullanmak

... Cuma günü gusl abdesti almak

... Güzel koku sürünmek

...Mahrem yerleri traş etmek(En fazla15-40 günü geçmemek)

...Oturarak küçük abdest bozmak(Ayakta bozmak tahrimen mekruhtur)

...Abdest bozarken kıbleye dönmemek ..Yemek yerken düşen lokmayı alıp yemek

...Yemeği tek bir kaptan yemek

...Yemekten sonra parmağını yalamak

...Yemekte sağ ayağı dikip sol ayak üzerinde oturmak(Askerde avcı oturuşu)

...Yemekte güzel şeylerden bahsetmek(Yemekte konuşulmaz lafını aslı yoktur)

...Buğday ekmeğine arpa unu karıştırmak

...Yemeği üç parmakla yemek

...Günde iki öğün yemek

...Cevizi peynirle yemek(Şifadır)

...Başka bir şehire gittiğinde lik önce soğan yemek

...Ölüm halinde su içirmek

...Ceneza namazı için tesbih çekmeyi TERKETMEMEK

...Ceneza namazından sonra ayakta dua yapmamak

...Kabr üzerine su dökmek

...Kabr balık sırtı yapmak

...Cenaze evine yemek göndermek

...Kabristana selam vermek(Essalamü aleyküm ya ehlel kubur)

Aksırınca,aksıran Elhamdülillah deyince duyanın Yerhamükellah demesi

... Namazda kıyamda iken rükuya eğilirken sol ayağı sağ ayağın yanına getirmek

... Namazda sol ayak üzerine oturmak sağ ayağı dikmek

... Gömleğin düğmelerini aşağıdan yukarı doğru iliklemek
Çözerken yukarıdan aşağı doğru çözmek

... Üzümle ekmek yemek

not: alıntıdır...
__________________

- Camide namaz bittikten sonra çıkarken el sıkışıp 3 kez sallayarak tokalaşmak (İmam-ı Gazali -Hüccetül İslam -Sabah Namazının Kılınış Babı)

- Namazda Ruküya giderken erkeğin sırtının düm düz olması, kadınınki düze yakın ama tam düz olmaması (İmam-ı Gazali -Hüccetül İslam -Namazın Sünnetleri)

-Camiye Girerken birileri varsa selam vermek yoksa Esselamu Aleyna ve Ala iba Dilla Hissalihiyn demek.

-Ezan okunurken durmak. Gidebiliyorsa camiye koşmak.

-Duş aldıktan sonra çıkarken ayaklarını yıkamak.

-İmanını sık sık tazelemek. -Bunun nasıl olduğunu sahabe-i kiram Efendimiz ((S.A.V)) 'e sorduklarında -La İlahe İllAllah diyerek buyurmuşlardır. (İmam Gazali -Mukafeşetük Kulb)

NASİHA DEYİP GEÇME

Âdem (a.s.)’ın Cennette Yüce Mevlâ’mızın tenbihini unutması; bizlerin ise haydi haydi unutup hak yoldan sapabileceğimizin ikazı olur. Bunun için hakikatları sık sık tekrarlayarak anlatmak zorundayız. Hatta birbirimize münasebetini buldukça bazı tenbihleri hatırlatmalıyız.
Bir zatın nasihatlarını dinlerken şu tenbihleri dikkatimi çekmişti:
“Asla zorlayıcı ve bunaltıcı bir nasihatcı olmayın.
Olabildiğince daima sevginizi gösterin...”

Feridüddin Attâr’ın şu sözü nasihat etmek ve söylenip yazılanları dinlemek açısından gözardı edilmemeli:
“Talihsizlik nişanı dört tanedir:
• Ahmağa fikir danışmak.
• Cahile para vermek.
• Dostların öğütlerini dinlememek.
• Dünyadan ibret almamak.
Hepimiz için, İstanbul’un mânevi Fatihi, Fatih Sultan Mehmed (kaddasAllahu sırrıhul aziz) hazretlerinin hocası Akşemseddin (kaddesAllahu sırruhul aziz) hazretlerinin nasihatlerini başlangıçta arzettiğim gerekçelerle bir defa daha hatırlatacağım:
Akşemseddin hazretleri diyor ki:
1- Her işe besmele ile başla...
2- Daima temizliğe dikkat et...
3- Sâlih amel işle...
4- Asla tembel olma...
5- Namazlarını, şartlar ne olursa olsun terk etme...
6- Kaderinin esiri olduğunu unutma...
7- Kâr ve zararını iyi bil...
8- Nimetlere şükür, belâ zannettiklerine sabret.
9- Dünyanın refahına mağrur olma...
10- Kimseye eza ve cefada bulunma...
11- Başkası için kendisini yakıp tüketen mum gibi olma...
12- Asla hased etme...
13- Gıybet etme...
14- Kimsenin arkasından iyi olmayan taraflarını konuşma.
15- Sana yakın olmayana yaklaşayım deme...
16- Zamanını dâima iyi değerlendir...
17- Tüccar gibi verdiğini geri alma...
18- İki kişi arasına girme.
19- Kadınlarla (kadınlar için erkeklerle) beraber olmaktan ve onlarla çok konuşmaktan sakın... Öyle yapan kimseler yakalarını iftiradan kurtaramazlar.
20- Yalan söyleme...
21- Kimseye iftira etme...
22- Evini örümcek yuvasına çevirme. Temiz tut... Misafirlerine ve yakınlarına kapını açık tut.
23- Ananı-babanı ve büyüklerini hep gözet... Onları başkalarına muhtaç etme...
24-Senden yaşlı ve mevkice yüksek olanın önünden yürüme...
25- Şalvarını (pantolonunu) yastık yapıp başının altına koyma...
26- Dişini dişine sürtme...
27- Don, pantolon ve çoraplarını ayakta giyme...
28- Seccade olarak postun beyazını tercih etme...
29- Ekmeği ve helvayı soğuk ye...
30- Büyük bir zata “unutkanlığın sebebi nedir?” diye soruldu. Misvak kullanmamak (dişleri kirli tutmaktır diye cevap verdi. Ağzını daima temiz tut...
31- Işığı “Puf” diye üfürerek söndürme.
32- Gece vakti ev süpürme...
33- Gece vakti seni sıkıntıya düşürecek işlerle meşgul olma...
34- Çok uyku yoksulluğa sebeptir.
35- Issız yollarda tek başına yolculuk yapma...
36- Seni rahatsız edecek olan davranışlarda bulunma...
37- Aklına estiği gibi hareket etme...
38- Gecenin tamamını uyku ile geçirme...
39- Seher vakti Kur’ân okumaya çalış...
40- Her zaman hamd ve şükür et

41- Aşırı cinsi ilişkide bulunma... Aşırı koku sürünme... Çok ekşili yeme... Çünkü bunlar vücudu yıpratır ve yorar...
42- Ahireti/hesabını hiç unutma...
43- İyi kimselerle dost ol...
44- Duâyı ihmal etme...
45- Dünya nimetlerinin azlığından yakınma; çünkü dünya nimetlerinin azlığı gönül aynasının pasını siler...
46- Bey’in, Paşa’nın iltifatına sevinme...
47- İyiliği bol yap...
48- Sırları faş (açık) etme, gizle...
49- Hased kapısını iyice kapat...
50- Hiçbir şeyinle övünme...
51- Dünya gamı ile kendini yıpratma, her şeyin bir hâl yolu vardır.
52- Bakılması yasak olan kişilere bakma...
53- Başkalarına sevgi ve saygıda bulun...
54- Kimsenin kalbini kırma...
55- Dünya nimetlerinin bolluğu kişinin ittikasını azaltır.
56- Kimseyi doğrudan doğruya adı ile çağırma...
57- Yere düşen kırıntıyı yemek kişinin zenginliğine sebep olur.
58- Kişiye edep ve terbiye yakışır.
59- Otururken elbiseyi vücuda sıkıca sarma, serbest bırak...
60- Tırnağınla dişlerini kurcalama...
61- Elbiseni giyinmiş hâlde yamamaktan ve dikmekten sakın...
62- Günah ve kusur olacak şeylerden sakın...
63- Başkasının tarağı ile taranma...
64- Cünüp iken veya cünüp olan kişiyle yemek-içmek insanlarda keder ve gam sebebi olur...
65- Sakın bir evde yalnız yatma... Yatağa çıplak olarak yatmayı alışkanlık hâline getirme...
66- Asılmış bir insana katiyyen bakma...
67- Talihsizlik nişanı dört tanedir:
• Ahmağa fikir danışmak.
• Cahile para vermek.
• Dostların öğütlerini dinlememek.
• Dünyadan ibret almamak.
Feridüddin Attâr’ın nasihatlerinden bir bölümünü sizlere aktardım. Böylece bu nasihatlerden payımıza düşenleri almak bizlere kaldı.
Bu nasihatlere A. Şa’rani’den nasihatler/tavsiyeler ilâve etmek istiyorum. Nasihatler hepimiz için birer hidayet kapısına getürecek yoldur. Yola revan olmak bunlara uymakla, dikkate almakla mümkün olur. Deniyor ki:
1- Giyim kuşamında gösterişten, sapıklaştıracak süsten kaçın; pespaye de olma.
2- İhtiyaçlar üzerinde fazla durma.
3- Kimsenin suçunu teşhir etme.
4- Cehaletten sakın...
5- İyi gün dostu en büyük düşmandır, ondan daima sakın. Yalakalığına asla aldanma...
6- Malını şerefinden üstün tutma.
7- Bir yere vardığında önce selâm ver...
8- Şerirliklerden sakın...
9- Zayıflara destek ol...
10- İşlerinde orta yolu tut.
11- İltifatta ileri gitme.
12- Yüzüğünle meşgul olma.
13- Sakalınla oynama.
14- İnsanların arasında burnunu temizleme.
15- Dişlerini ellemekten sakın.
16- Etrafa tükürme.
17- Sözün düzenli olsun.
18- Kendini beğeniyor hissini verme.
19- Yaptıklarından, yapacaklarından fazla söz etme.
20- Gülünç hikayelerle meşgul olma.
21- Övünmek gibi bir alışkanlığın olmasın.
22- Gıybet etme, edenlerin yanında da bulunma.
23- Asla yalan söyleme.
Allah (c.c.) hepimizi nasihatlerden ders almaya,amellerimizi de durulaştırmaya muvaffak kılsın...

İnsanı yaratan Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerimi de insanlar için indirmiştir. Hiç şüphe yoktur ki Kurban bir rehberdir, yol göstericidir. İnsanlığa doğru yolu göstermek için nazil olmuştur. Bu sebeple, sözlerin en hayırlısı Allah kelamı olan Kur'andır. Onun için bu haftaki sohbetimizde
yalnız Kur'an-a kulak vereceğiz:

"Esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla.
-Hamd övme ve övülme, alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
-O esirgeyen ve bağışlayandır.
-Ceza gününün malikidir.
-Rabbimiz! Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.
-Bize doğru yolu göster.
-Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!" (Fatiha Suresi Ayet. 1-7)
"Elif. Lam. Mîm.
-O kitap Kur'an; onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler sakınanlar ve arınmak isteyenler için bir yol göstericidir.
Onlar gayba inanırlar, namazı kılarlar, kendîlerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.
-Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.
-İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.
-Gerçek şu ki, kafir olanları azap ile korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.
-Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için dünya ve ahirette büyük bir azap vardır.

-İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler.
-Onlar kendi akıllarınca güya Allah'ı ve mü'minleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.
-Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.
-Onlara; Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, "Biz ancak ıslah edicileriz." derler.
-Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lakin anlamazlar.
-Onlara: insanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit "Biz hiç, sefihlerin akılsız ve ahmak kişilerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz" derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler veya bilmezlikten gelirler,
-Bu münafıklar mü'minlerle karşılaştıkları vakit "Biz de iman ettik" derler. Kendilerini saptıran şeytanları ila başbaşa kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla mü'minlerle sadece alay ediyoruz, derler.
-Gerçekte, Allah onlarla istihza alay eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.
-İşte onlar, hidayete karşılık dalaleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir. (Bakara Suresi Ayet. 1-16)


Bize, küfür, zulüm, kibir, yalan, riya, iftira ve kin yerine imanı, adaleti, tevazuu doğru sözü, mertliği, sevgiyi ve affı emreden, dünya ve ahiret saadetine kavuşmanın çalışma ve güzel amellerle olacağını öğreten yüce kitabımız Kur'an-ı Kerimde Ankebüt Suresinin 46.ayetinden 56.ayetine kadar şöyle buyuruluyor:

"İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur.
Resulüm! İşte böylece sana önceki kitapları tasdik eden bu Kitab'ı indirdik. Onun için, kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ediyorlar. Diğerlerinden de ona iman eden nice kimseler vardır. Ayetlerimizi, ancak kafirler bile bile inkar eder.
Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı.
Hayır, o Kur'an, kendilerine ilim verilenlerin sînelerinde yer eden apaçık ayetlerdir. Ayetlerimizi, ancak zalimler bile bile inkar eder.
"Ona Rabbinden başkaca mucizeler indirilmeli değil miydi?" derler. Mucizeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.
Kendilerine okunmakta olan Kitab'ı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi? Elbette iman eden bir kavim için onda rahmet ve ibret vardır.
De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Batıla inanıp Allah'ı inkar edenler var ya, işte ziyana uğrayacaklar onlardır.
Senden, azabı çarçabuk getirmeni istiyorlar. Eğer önceden tayin edilmiş bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı. Fakat onlar farkında değilken, o ansızın kendilerine geliverecektir.
Evet senden azabı çarçabuk getirmeni istiyorlar. Hiç şüpheleri olmasın, cehennem kafirleri çepeçevre kuşatacaktır.
O günde azap, onları hem üstlerinden hem ayaklarının altından saracak ve Allah onlara:
"Yaptıklarınızın cezasını tadın!" diyecektir.
Ey iman eden kullarım! Şüphesiz, benim arzım geniştir. O halde nerede güven içinde olacaksanız orada yalnız bana kulluk edin."
Ankebüt Süresi Ayet 46, 56.

MUTLAKA OKUYUN GÜZEL BR KISSA İBRETLİK

Dervisin biri kirda, seri ve heyecanli bir sekilde yuruyen bir koylu kizi ile karsilasiyor ve "Kizim, dur bakalim biraz nefeslen" diyor.Dervis kiza bakiyor ve eteginde bir seyler tasidigini gorunce soruyor:
-Etegindekiler nedir?
-Elma
-Kime getürüyorsun?
-Su karsi tarlada calisan sevdigime gotoruyorum
-Peki kac elma var eteginde?
-Dervis amca, o nasil soz, insan sevdigine goturdugunun hesabini yapar mi hic?
Bu cevabi duyan dervis donup kaliyor ve elindeki tesbihi kiriyor.

aBDAST ALIRKEN OKUNACAK DUALAR


1) Abdeste başlarken eûzu besmeleden sonra:
"Elhamdu lillahillezî ce'ale'l-mâ'e tahûran ve ce'ale'l-islâme nûra!"
(Suyu temiz, islamı nur kılan Allah'a hamdolsun)



2) Ağıza su verirken:
"Allahumme eskınî min havdı nebiyyike ke'sen lâ azma'u ba'dehû ebedâ"
(Allah'ım, bana peygamberinin havuzundan öyle bir kadeh içir ki, ondan sonra bir daha susamıyayım)



3) Burnuna su verirken:
"Allahumme lâ tuharrimnî râyihate na'imike ve cinânike"
(Allah'ım, bana ni'metinin ve cennetlerinin kokusunu haram kılma)



4) Yüzünü yıkarken:
"Allahumme beyyid vechî bi-nûrike yevme tebyeddu vucûhun ve tesveddu vucûh"
(Allah'ım, bazı yüzlerin beyazlanacağı, bazı yüzlerin kararacağı günde yüzümü ağart)



5) Sağ kolu yıkarken:
"Allahumme a'tınî kitabî bi yemînî ve hâsibnî hisâben yesîrâ"
(Allahım kitabımı sağ tarafımdan ver ve hesabımı kolaylaştır)



6) Sol kolu yıkarken:
"Allahumme lâ tu"tınî kitâbî bi-şimâlî velâ min-verâ'i zahrî velâ tuhâsibnî hisâben şedîdâ"
(Allah'ım, kitabımı sol tarafımdan ve arkamdan verme, beni zor bir hesaba çekme)



7) Başı meshederken:
"Allahumme ğaşşinî bi-rahmetike ve enzil aleyye min berakatik"
(Allah'ım, başımı rahmetinle ört, üzerime bereketlerini indir)



8 ) Kulakları mesederken:
"Allâhumme'c'alnî minellezîne yestemi'ûne'l-kavle fe-yettebiûne ahseneh"
(Allah'ım, beni, sözü işitip sözün en güzeline uyanlardan eyle)



9) Boynu meshederken:
"Allâhumme a'tik rakabetî mine'n-nâri vehfeznî mine's-selâsili ve'l-ağlâl"
(Allah'ım boynumu cehennemden âzâd eyle ve beni zincirlerden, bağlardan koru)



10) Sağ ayağı yıkarken:
"Allâhumme sebbit kademeyye alas-sırâtı yevme tezillu fîhi'l-akdâm"
(Allah'ım ayakların kayacağı günde ayaklarımı Sırat üstünde sağlam tut)



11) Sol ayağı yıkarken:
"Allâhumme'c'al-lî sa'yen meşkûran ve zenben mağfûran ve ticâraten len tebûra"
(Allah'ım, bana beğenilecek bir çalışma ver, günahımı affedip makbul amel ve kârlı bir ticaret ihsan eyle)



12) Oruçlu değilse abdest aldığı sudan biraz içip, kıbleye karşı durup kelime-i şehadet getirmeli:
"Eşhedu en lâilahe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasûlüh"
(Ben şehadet ederimk ki, Allah'tan başka ilah yoktur. Yine şehadet ederimki, Muhammed (a.s.), O'nun kulu ve Rasûlüdür)



13) Ve şu duayı okumalıdır
"Allâhumme'şfinî bi-şifâike ve dâvini bi devâike va'sımnî mine'l-velehi ve'l-emrâdı ve'l-evca'"
(Allah'ım, bana şifanla şifa ver, devanla deva ver. Beni âfetlerden, hastalıklardan ve acılardan koru)



14) Abdestten sonra bir veya üç kez Kadr Sûresini okumak ta abdestin âdâbındandır:
"İnnâ enzelnâhu fî-leyleti'l-kadri. Vemâ edrâke mâ leyletu'l-kadri. Leyletu'l-kadri hayrun min-elfi şehr. Tenezzelu'l-melâiketu ve'r-rûhu fîhâ bi izni rabbihim min-kulli emr. Selâmun hiye hattâ metle'ıl-fecr"
(Biz O (Kur'an)'nu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve ruh, o gece her türlü işle iner. O gece tan yeri ağarıncaya kadar bir esenliktir.)



Selam ve dua ile..

ŞEYTAN AYRINTIDA

Şeytan bir gün büyük bahçeli, koskoca bir malikaneye girmiş. Merdivenleri çıkmış. Bir kuzu görmüş. Kuzunun boynunda bir ip varmış. Şeytan ipi çıkarmadan yalnızca biraz gevşetmiş. Kuzu ipin gevşemesiyle hareket etmeye başlamış ve malikanenin önünde bulunan aynayı görmüş.şaşırınca bir hamle yapıp aynayı kırmış.

Çıkan gürültüye evin hizmetçisi gelmiş.
"Sen ne yaptın? Ben şimdi burayı nasıl temizleyeceğim. Evin beyi bunu duyunca kesin beni kovar," demiş ve kuzuya bir tekme atmış.Kuzu merdivenlerden düşünce ip yetmemiş ve kuzunun boynunu kesip onu öldürmüş.

Bu sırada evin uşağı gelmiş. Neler olduğunu sormuş. Kadın anlatınca "Bunu nasıl yaparsın? Bey şimdi ikimizi de kovacak. O kuzu onun için çok değerliydi." demiş.Ve hafifçe kadını itmiş.Kadın dengesini kaybetmiş ve merdivenlerden düşüp boynunu kırmış.

Sesi duyunca evin hanımı gelmiş. Olanları öğrenince sinirlenmiş. Tam uşağı dövmek için uşağa yaklaşırken uşak "Lütfen beni bağışlayın ve beni kovmayın" diyerek diz çökmüş. Uşağın üstüne hızla gelen kadın ise ona çarpıp merdivenlerden yuvarlanmış ve ölmüş.

Evin beyi gelip de olanları dinleyince belinden silahı çekip uşağı vurmuş.
Sonra kendi kendine "Eyvah ben ne yaptım? Bir kuzu, aynanın kırılması ve sevmediğim karım için elimi kana bulamaya, katil olmaya değer miydi?"demiş ve silahı çekip bir kurşun da kendine sıkmış.

Bütün bu olanları bir kenardan izleyen şeytansa sırıtarak
"Ben hiçbir şey yapmadım ki. Yalnızca acıyarak kuzunun boynundaki ipi gevşettim, o kadar..." demiş.

SEVGILI GELIN HANIM



1. Beyine hoslanacagi isim ve sifatlarla hitap et!
2. Onun sevdigi yemekleri güzel yap ki, evini özlesin.
3. Beyin evden çikarken onu ugurla; aksam döndügünde güler yüzle karsila!
4. En çok güzel görünmen gereken kisinin beyin oldugunu bil!
5. Iffetini ve hayani muhafaza et. En güzel elbisenin takva elbisesi oldugunu unutma; her isimizi murakabe eden Allah’i düsün!
6. Sevgini beyinle ve çocuklarinla paylas. Evinin diregi ol! Beyin evde olmadigi zaman gözü arkada kalmasin.
7. Beyine her firsatta tesekkür etmeyi unutma! Gücü yetmeyecegi külfetin altina sokma, baskalarina da sikayet etme!
8. Beyini islerini makam ve mevkisini bil! Sevincini ve üzüntüsünü paylas!
9. Beyinin izni olmadan ve onun müsaade etmeyecegi yerlere gitme!
10. Tutumlu ol! Müsrif olma. Zor zamanlarda da isyan etme!
11. Temiz ve tertipli ol. Beyinin elbiseleri de temiz ve ütülü olsun.
12. Beyinin akrabalarina ve onun sevdiklerine yedirip içirmekten kaçinma. Onlara güzel davran!
13. Kaynanani tecrübeli bir anne olarak sev ve say ki, beyin üzülmesin.
14. Annenin evine gereksiz ve asiri gitme ki, evdeki islerin aksamasin.
15. Çocuklarini hayirli bir evlat olarak yetistirmeye gayret et ki, millet de sizi hayirla yad etsin.


SEVGILI DAMAT BEY

1. Evinden çikarken hanimina Allah’a ismarladik diyerek çik. Onun gönlünü hos tut!
2. Pencerelerden yolunu gözletme, vakitlice evine gel!
3. Disarida yediginden içtiginden evine de getir!
4. Haniminin kusurlarini baskalarina anlatma, güzelliklerini an!
5. Evini harçliksiz birakma, onlari kimseye muhtaç etme!
6. Is hayatinin sikintilarini eve yansitma! Evde sevinç olsun.
7. Dügüne yada gezmeye gittiginde mümkünse hanimini da getür!
8. Evine geldiginde selamla ve güler yüzle gir ki, ev halki senin geldigine sevinsin.
9. Evini Kuran’siz, kitapsiz ve namazsiz birakma! Sabah namazina kalktiginda ev halkini da kaldir ki, rahmet ve bereket gün boyu sizinle olsun.
10. Gayretli ol, kiskanç ol! Ancak tecessüs etme, su-i zan ile hareket etme! Ayip ve kusur arastirmakla mesgul olma!
11. Insafli ol; haniminin gücünün yetmeyecegi isleri ondan bekleme. Gerekirse ona yardim et.
12. Kararlarinda haniminla da istisare etmeyi unutma!
13. Beklenmedik anlarda sürpriz hediyelerle gönül almasini bil!
14. Dünya evine girmek, dünyaya dalmak olmamali; Ahiretini unutma! Din, vatan ve insanlik için çalismayi terk etme!
15. Sunu bil ki, az olan helal kazanç, çok olan haram kazançtan hayirlidir. Haram lokma yeme, hanimina ve çocuklarina da yedirme!


Doc. Dr. Mustafa Karatas

DÜŞÜNCELİSİNİZ SANKİ

Biraz düşünceli gördüm sizi... Hayırdır, neler geçiriyorsunuz aklınızdan öyle? Hangi âlemler de geziniyorsunuz sessizce? Bakıyorum da düş bahçelerinde koşuyorsunuz...
Aman dikkat edin ayağınız bir taşa takılıp ta düş- meyiverin "düş" bahçelerinde...
Düşleriniz bir gün kırılmasın. Kırılırsa parçaları batar yüreğinize...
Üzülürsünüz sonra.

Düşte görürsün belki düşlediklerini... Sonra rüyamda gördüm der, sevdiklerinle paylaşırsın rüyanı. Rüyaya takılır da kurtulamazsan; hayal âlemlerinde yaşarsın...
Doğru mu bu sence?

Sanki yine düşünceli gördüm sizi... Ben kimim ki? Ben bir hiçim bu dünyada diyorsunuz belki de. Dur bir kendine gel hele.Düşün!...
Bir zamanlar yoktun şu âlem sarayında...
Yoktun sen... Sıfırdın...
Fakat Bir Yaratıcı sana kıymet verdi...
Değer verdi ki seni böyle güzel yarattı, dünyayı da sana bir han yaptı...

Yoktan var edildin. Elbet Allah ü Teala'ya zor gelmez bir iş bu...
Yaratıcı, seni sıfırdan en güzel seviyeye çıkardı...
Sana güzel kabiliyetler, nimetler verdi. Dünyayı bir nimetler sofrası yaptı...
Kim için: Senin için... Fakat bunlara bakıp ta sakın gurura kapılma...
Küçülürsün sonra...

Akıl, kalp, ruh ve latifeler ile süslenildin. Kendinin ne kadar mükemmel bir surette yaratıldığını anlayamıyorsan yanlış anlama; ama bir kendine bak bir de masaya...
Kusura bakma seni incitmek için değil bu söylediğim...
Ne kadar mucizevî bir şekilde yaratılmış olduğunu göstermek için...
Masanın yerinde olmak ister miydin?

Yoksa hayallerin gerçeğe dönüşmediği için mi böyle düşüncelere daldın? Belki de o düşlediklerin senin için hayırlı değildir...
Ya da henüz zamanı gelmemiştir

Peki nasıl kurdun o hayallerini ?Bir düşün....
Öyle kuru kuru olmaz..İstemek ,inanmak,çalışmak ile büyüteceksin hayalini.Sonra dua,ümit,azimle ve hayırlısını isteyerek besleyeceksin emellerini...
Baktın duaların kabul olmuyor mu?
Deme ki kabul olmadı, belki daha güzel bir şekilde Cenab-ı Hak tarafından kabul edildi daha güzel bir alemde...
Veya şöyle düşün ; fiili duanı yapmadın yeterince ya da Allah ü Teala sana bu dünyada daha hayırlısını verecek ...

Nefsi bir muhasebe yap... Sonra durmak nedir bilme! Bak dünya bile durmuyor, hızla dönüyor& Durma! Hayra koş, hayrı iste, ümitle bekle...
Ümidi kestiğin an bil ki işlerin de ona göre gidecektir...
Yaratıcını tanı... Bil ki O çok merhametlidir& Rahmeti sonsuzdur...
Allah'ın Rahmetine sığın...
Ümidini keserek, Rahmetten kaçma! Rahmeti kaçırma!
Hala neler düşünüyorsun öyle? Bu dünyaya niye geldin söyle...
Hayallere dalmışsın, olmuşsun bir hayalet. Nedir sendeki bu halet... Eh artık şu hayali işlerini hallet. Mümin için kırılan hayaller olmalıdır yeni bir gayret...
Bundan sonra söyleyeceğin : "Allah'ım beni affet" ...
Öyleyse gayret et,dua et,sabret.

Bitmek bilmeyen düşlerin içinde kaybolmuşsun adeta. Farkında bile değilsin... Biri seni dürtse de uyandırsa nasıl olur? Uyan, geldik son durağa... Hakikat durağındayız. Gel hakikate erelim...

Hamd ibadetlerin küçük bir nüshasıdır.....
Öyleyse şükret elindeki nimetlere... Dünyanın cazibe dar fitnelerinden uzak dur& Âlemin deveranına bak; Rabbini tespih et...
Peygamber efendimize selam; Rabbine bol bol dua et.

"Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder...
"Bana dua edin, size cevap vereyim.(1 )diyor Cenab-ı hakk.

'' Ey insan! Madem hakikat böyledir. Gururu ve enâniyeti bırak...
Ulûhiyetin dergâhında acz ve zaafını, istimdat lisanıyla; fakr ve hâcâtını, tazarru ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster...
Ve de yüksel''..'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir' (2)



1. Mü'min Sûresi, 40:6
2.Âl-i İmrân Sûresi, 3:173

tarihte ilk robotun kaşifi el cezeri

Bugün medeniyet dersi vermeye kalkışan Avrupalının, cahiliyet dömenini yaşadığı 1200'lü yıllarda; dünya bilim tarihinde çığır açan buluşlara imza atan Anadolulu mühendis El-Cezeri'nin hayatı ve çalışmaları belgesel film oldu. Yönetmenliğini Duygu Yılmaz'ın, proje ve metin yazarlığını da Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Oğuz Makal'ın üstlendiği film, bilimin İslam toplumlarında eriştiği yüksek seviyeyi bir defa daha gözler önüne serdi. Belgeselde dünyada ilk robotun El-Cezeri tarafından yapıldığı anlatılıyor.

24 saatin kaşifi

1153 yılında Cizre'de doğan El-Cezeri'nin yaptığı otomatik makineler bugünkü teknolojik gelişmelerin temelini oluşturdu. El-Cezeri, 21 yaşında saray mühendisi olarak Diyarbakır'da Artuklular Beyliğinin hizmetine girdi. 30'lu yaşlarında sarayın baş mühendisi oldu. Cezeri, bir robot yaparak Artuklu hükümdarına takdim etti. Otomatik olarak çalışan ve kendi kendine bazı hareketler yapan alet, dünya tarihinin ilk robotu oldu. Bu dahi bilim adamımız, Leonardo da Vinci'den tam 300 sene evvel dişli çarklar ve esaslarına dair kaideleri kitabında neşretti. Hatta Leonardo da Vinci bu kaidelerin birçoğunu bilmemektedir. El-Cezeri, günü 24 eşit saate ayırarak dünya bilim tarihine adını yazdırdı. Bilimin kaynaklarına sahip çıkmaya çalışan Avrupalılar ise onun bulduğu saat düzenini ancak 18. yüzyılda kullanmaya başladı. Sibernetiğin babası
Sibernetik ilmi denince ilk akla El-Cezeri gelir. Sibernetik; atom çağından sonra kendi kendini kontrol eden makinelerin çağı olarak tarif edilir. Sibernetiğin makineleri dişliler, mandallar, palangalar ve kaldıraçlardan oluşuyor. El Cezeri; robotlar, saatler, su makineleri, şifreli kilitler, kasalar, termos, otomatik çocuk oyuncakları, otomatik yüzen kayık, su tulumbaları gibi çok sayıda buluşa imza attı. Günümüzde bütün motorlu vasıtalarda bulunan "krank mili"ni ilk defa o kullandı. El- Cezerî'nin yaptığı makinelerın çoğu su ile çalışır. Bu bakımdan El- Cezerî'ye su mühendisi demek çok yerinde bir ifade olur.

Hünerli Aletler Kitabı

El-Cezeri'nin günümüz Türkçesine "Mekanik Saatlerin Teorisi" adıyla çevrilebilecek olan "Kitab-ul Camii Beyn-el ilmi vel-amel En Nafi-i fi Sinaat-il Hiyel" ve "Hünerli Mekanik Aletler Bilgisi Kitabı" olarak tercüme edilen "Kitab'ül-Hiyel" isimli iki ünlü kitabı bulunuyor. 11 nüshası bulunan "Kitab'ül-Hiyel"lerin dördü Topkapı Sarayı Müzesi ve Süleymaniye Kütüphanesi'nde muhafaza ediliyor. 1233 yılında vefat eden El-Cezeri'nin mezarı, Cizre'deki Nuh Peygamber Camiinin avlusunda bulunuyor.

Minyatürlerle El-Cezeri

Duygu Yılmaz'ın El-Cezeri'yi anlatan belgesel film gösterimi, minyatür sanatçısı Leman Dinçtürk'ün hazırladığı minyatür sergisiyle birlikte yapılıyor. Leman Dinçtürk'ün Ebul-İz İsmail El-Cezeri'nin "Olağanüstü Mekanik Araçların Bilgisi Hakkında Kitap" isimli eserindeki minyatürlerden hazırladığı bu sergi, 18 Ocak'a kadar Beykent Üniversitesi Taksim Kampüsü Necati Abacı Sanat Galerisi'nde sanatseverlerle buluşacak. Daha sonra da Şişli Ayazağa Kampüsü Fuaye Alanı'nda 22 Ocak-1 Şubat 2008 tarihleri arasında ziyarete açık olacak.

3 Mayıs 2008 Cumartesi

el cezeri hayatı

İsmail b. Rezzaz Bediuzzamn Ebu’l-İzz İsmal b. er-Rezzaz el-Cezeri, Hayatı hakkında, kitabının girişindeki kısa açıklamanın dışında bilgi yoktur. 1181-1206 yılları arasında Amidde (Diyarbakır) Artuklu hanedanının himayesinde bulunduğunu söyleyen Cezeri, 1205′ te tamamladığı Kitab fi-marifeti’l-hi-yeli’l-hendesiyye (el-Cami beyne’l-il mi ve’l-ameli’n- nafi fi sınati’l- hiyel) adlı ünlü eserini Emir Nasıruddin Mahmud’un isteği üzerine kaleme almıştır.

Kitap altı kısma ayrılmış olup ilk dört kısım onar, son iki kısım da beşer bölümden meydana gelmektedir. Bu kısımlar su saatleri ve kandil saatleri, ziyafetlerde kullanılan kaplar ve sürahiler, el yıkama ve kan alma için kullanılan kaplar, çeşmeler ve mekanik yollarla hareket eden (otomatik) müzik aletleri, su pompalayan makineler, muhtelif aletler üzerinedir. Kitapta her aletin şekli renkli mürekkeplerle çizilmiş ve çalışması ayrıntılı olarak izah edilmiştir: bu ayrıntılar da çeşitli renklerle gösterilmiştir. Ayrıca şekillerde Arap harfleri kullanılarak bazı parçalar işaretlenmiş ve metinde bunlara göndermeler yapılarak açıklamaların anlaşılması kolaylaştırılmıştır. Bazı nüshalarda ise bu harflerin ebced değerleri göz önüne alınmış, bazılarında da henüz açıklanamayan gizli bir harf sistemi kullanılmıştır. Metinde aletlerin genel açıklaması verildikten sonra imal sırasına göre parçaların teker teker yapımı anlatılarak bunların montaj usulü açıklanmış ve en sonra da o aletin çalışması hakkında bilgi verilmiştir. Bütün bu özelliklerin dışında kitabın bazı nüshalarında sanat tarihçilerinin ilgisini çekecek düzeyde süslemeler vardır.

Eserin bazı bölümleri ilk defa E. Wiedemann ve F. Hauser tarafından Almanca’ya çevrilerek 1908-1921 yılları arasında muhtelif dergilerde makaleler halinde. Bu çalışmadan elli yıl kadar sonra 1974′te Donald R. Hill kitabın İngilizce’ye tam tercümesini yapmış ve eseri açıklamalı notlar la birlikte tek bir cilt halinde neşretmiştir. Araştırmacılar kitabın mevcut on dört nüshasından Oxford Bodleian Kütüphanesi’nde bulunan ve ‘Bodleian nüshası” olarak adlandırılan metni esas almışlardır. Daha sonra Ahmed Yusuf el-Hasan, Bodleian nüshasından başka İstanbul’da bulunan üç nüshayı esas alarak daha otantik bir metin meydana getirmiş ve bu çalışmasını söz konusu İstanbul nüshalarında görülen el-Cami beynel-ilmi vel-ameli’n- nafi fi sınaati’l-hiyel adıyla yayımlamıştır (Halep 1979).

Su ve kandil saatleri Cezeri’nin gücünü ifade eden karmaşık aletlerdir. Su terfi makineleri ekonomik yönden daha önemli olmakla beraber kitapta bunlara saatler kadar önem verilmemiştir. Metal döküm tekniğine ait bilgiler ileri bir mühendislik seviyesini ifade etmektedir. Cezeri’nin aletleri yer çekimi kuvvetiyle çalışır ve bu kuvvet düşürülen bir ağırlık, boşalan bir kaptaki şamandıra veya batan bir cisimle elde edilir. Cezeri, kullandığı makine parçalarını ve imal usullerini de en ince ayrıntılarına kadar tanımlamıştır. Büyük bir kısmı bugünkü Avrupa mühendislik terminolojisine giren makine parçaları üzerine yaptığı çalışmaların en önemlileri şunlardır: Konik yanalar, kapalı kum kutularında pirinç ve bakır döküm, tekerleklerin balansı, ahşap şablon kullanılması, aletlerin kağıttan maketlerinin yapılması, su akıtan savakların ayar edilmesi, çarpılmayı en aza indirmek için ahşabın tabakalar halinde kullanılması, gerçek anlamda emme borusunun kullanılması, suyunu belli bir zaman aralığı ile boşaltan kaplar ve daire sektörü dişliler. Bunlardan bir kısmının yüzyıllar sonra Avrupa’da adeta yeniden keşfedildiği bilinen tarihi bir gerçektir. Mesela kapalı kum kutuları ile döküm Avrupa’da 1500 yıllarında başlamıştır. Konik vanalardan ilk söz eden Leonardo da Vinci’dir. Su saatinde seviye kontrol cihazına benzer ve buhar kazanlarında kullanılacak bir aletin patenti İngiltere’de 1784 yılında alınmıştır.Cezeri’nin makinelerinden sadece biri, su çarkı ile işleyen tulumba modern mühendisliğin gelişmesine doğrudan doğruya katkıda bulunmuştur. Bu makine, a) Çift etki ilkesinin uygulanması, b) Dönme hareketinin ileri-geri harekete çevrilmesi, c) Emme borusunun bilinen ilk kullanılışı olmasından dolayı çok önemlidir. Dolayısıyla buhar makinesinin ve emme basma tulumbanın ilk örneği sayılabilir. Söz konusu makinede akan suyun çevirdiği çark düşey düzlemde bir dişliyi, bu dişli de yatay düzlemdeki diğer bir dişliyi döndürmektedir. Yatay dişlinin çevresine yakın bir yerde düşey bir pim bulunmaktadır. Bu pime ortası yarık ve diğer ucu yine bir pimle sabitleştirilmiş bir çubuk geçirilmiş ve bu çubuğa da tulumbaların piston kolları bağlanmıştır. Yatay dişli dönünce yarık çubuk açısal bir hareket yapmakta, piston kolları da ileri geri gidip gelerek tulumbaları çalıştırmaktadır. Cezeri’nin kitabı, 1990 yılında Kültür Bakanlığı tarafından mikrofilm usulüyle basılmış ancak hala tercüme edilmemiştir.Cezeri, eserde yer alan bütün şekilleri bizzat çizmiş, renklendirmiş ve yaldızlamıştır. Eseri incelendiğinde, yaptığı makineler, kendi kendine öten tavus kuşları, otomatik saatler, robot filler, ele su döken robot insanlar, Cezeri’nin ne büyük bir su mühendisi olduğunu ortaya koymaktadır.Cezeri’nin saatleri çalıştırma sistemi, genelde aynı mil üzerindeki bir göstergeyle üstünden, ucuna ağırlık asılı bir kayış geçen kasnak biçiminde idi. Ağırlığın düşüş hızı, yüzen bir cisimle kontrol edilmektedir. Yüzen cisim, kayışın öbür ucuna bağlanmakta ve içinde bulunduğu kap, ağır ağır boşaltılmaktadır. Bazı zamanlarda, devrilebilen bir kova otomatik olarak dolmakta ve devrilince bir mandalı iterek, dişlinin bir diş ilerlemesini sağlamaktadır. Yaptığı makineler, mandal dişli, palanga ve kaldıraçlardan meydana gelmektedir. Bu sisteminde görüldüğü gibi günümüzde motorlu araçlarda kullanılan krank milini ilk defa Cezeri kullanmıştır.

Cezeri’nin kitabı 20. asrın başından itibaren batıda büyük alaka gördü. Bilhassa Prof. Wiedemann bu eseri inceleyerek Almanca’ya çevirmiştir. Prof. Wiedemann; “On dokuzuncu asra kadar yazılan teknik eserler arasında, astronomiye ait olanlar hesaba katılmazsa, Cezeri’nin bu eseri en önemli ve en yüksek seviyede olanıdır.” demektedir.

Cezeri’nin kitabının İngilizce tercümesine bir önsöz yazan meşhur bilim tarihçisi Prof. White Jr. önsözün bir yerinde; “Batılı bilginler konik sübabların ilk defa Leonardo’nun çizimlerinde görüldüğünü öğretirler. Halbuki Cezeri’nin resimlerinde de bunlar gözükmektedir. Bunun gibi segmant dişlileri de, ilk defa açıkça Cezeri’nin eserlerinde görülmektedir. Batıda ise bunlar, Giovanni Dondi’nin 1364 senesinde bitirdiği astronomik saat ile 1501 senesinde büyük fen mühendisi Francescio Giorgio’nun eserlerinde ortaya çıkmış ve genel Avrupa dizayn literatürüne girmiştir.” Demekte ve bir çok tertibatın Leonardo ve diğerlerinden çok önce Cezeri tarafından yapıldığı açıklanmaktadır.

Cezeri bilim tarihine, sibernetiğin kurucusu olarak geçmiştir. Mezarı Cizre’dedir.

10 Nisan 2008 Perşembe

Zamanın Pençeleri Yırtıyorken Ruhumu…
Kuşandım yokluğunda hasretin en zavallı hâlini… Kokusunu özlüyorum görmediğim bendinin… Bu nasıl çılgınlık?!... Bu nasıl arzu?.. Kamçılıyor kan kan, sızı sızı vücudumu. Günahkâr bir vücud, tıpkı ölü bir cesed gibi… Ne, işliyor kelâmlar, ne de kulaklar duyuyor. Kurtarılmayı bekleyen umutlarım ancak seninle yer bulur Efendim!.. Yavaş yavaş bitiyorum, tükeniyorum damla damla… Katil gecelerin kokusu damarıma karışmış, tarih; mücrimliğimde beni satırlardan atıvermiş amansız… Ne umut, ne aşk… Hiçbiri kurtarmıyoır bu âciz köleyi, uzaklarda bekleyen çaresiz âşık gibi… Susan her zerrem aslındaseni zikrediyor Ya Rasûl!.. Amansız feryâtlarla sana çığlıklarımı duyuramadım… Lâyık olamadım belki ama, Hint gibi, Vahşi gibi yüzüne bakmaya muhtâcım…
Gel!..
Çiçek açmak ikliminde… Kolun kanadın kırılsa da, koşarak durmadan, dinlenmeden, varmak Sevgili’ye… Ya Rasûl!.. Adını düşürmesem sonsuza dej, beklesem seni en kuytu kuyularda Yûsuf gibi…
Ve…
Ve anlatsam seni her gördüğüme, bıkmadan… Usanmadan… Solumak o en güzel devirde en leziz kokunu. Ağlamayı sana adadım Sevgili!.. Çok günahkârım belki, belki yüzüne bakmaya, seni rüyada bile görme mükâfatına bile layık değilim… Ama şimdi, işte şu an bünyemdeki tüm hücrelerimde hissediyorum seni, Ya Rasûl
âllah!.. Aldığım her nefeste, bastığım toprakta, içtiğim âziz suda... Anlatamadığım satırlarda, adını zikrettiğim mısralarda seni anıyorum... Seni arıyorum her bir karışında zihnimin. Bulamıyorum yine de hiçbir yerde… Yanan ney’imde nefesini duyuyorum Habîb-el Neccâr…
İnleyen bestelerimde yokluyorum varlığını...
Akan
şelâlelerde, süzülüp giden ırmaklarda yaşıyorum aşkı yemyeşil bir renkte… En huzurlu ân’ımı hayalinle süslüyorum… Benim gerçek hayalim sensiz Ya Hâbîballah!..

Gel-Sen…
Kainatın kalbinin durduğu o anda,
Bütün bataklıklar kilitlenmişti sandıklara…
İsmin meydan okudu kör karanlıklara,
İnsanlık bir tek ruh oldu, senin asrında…
Sen ki; adı tarihlere sığdırılamayan,
Aşkı ile Hatice’yi, Aişe’yi sarsan…
Lügâtı şem’ine pervane yapan,
Sen ki ism-i celîlesi takdirlere şâyan…
Can tende her an efendisini özler,
Duramaz bir saniye, yollarını gözler…
Rüzgâr bile zikrin ile durmadan eser,
Bu kul her dem dünyasında seni ister…
Kuruyan sonbahar kâinatın dallarında,
Kopan bin bir umut, hep senin yokluğunda…
Bülbüller her seher figân ile feryâdlarda,
Kokunu duyur Sevgili!.. Gönül her an kıvranmakta…
Sen ki ahlâkı yüce Furkân-ı Kerim’sin,
Hasreti Ferhad’lara dağları deldirensin…
Uğrunda yüreklerin parça parça kesildiği,
Asıl vuslat seninledir! Gel kâinat sevinsin!..
Mücrim ve günâha mübtela bu kalpte; sen…
Atan kalbin pandülünde, hayalde ve düşte; sen…
Sensiz bu ümmet ne halde, bir kerecik görebilsen!..
Kim şefaat eder bu acizlere sen olmaz isen?..
Uzadıkça uzuyor, saniyeler, dakikalar…
Artık hasret döküyor ten’ler, damarlar…
Islanan toprak her adımda seni anar…
Ey Nebî!.. Yokluğunda dinmeyen kıyametler kopar…
Gel!.. Kansın doya doya, susamış ten’ler,
Gel!.. Ağlasın sevincinden şehidler…
Gel!.. Kâinatlara ismi nur diye kazılan…
Ümmetin sensiz ne’yler?.. Sensiz diller ne söyler?..
Gel…

NE İÇİN SAVAŞ

Savaşmak, mücadele etmek doğanın karmaşık yapısında hayatta kalmak için gerekli, gerekli olduğu kadar zaruri olgulardır. Bunu insan boyutunda düşünelim: Dünyaya gelen insan yaşamını sürdüreceği doğayı tanımak için, zihinsel, fiziksel ve psikolojik açıdan her türlü donanıma sahip olarak önündeki engellerle başa çıkmaya çalışır. Doğadaki canlıların yaşam alanları onların organik ve fiziksel yapısına uygun alanlardır. Bir kutup ayısını sahra çölünde yaşatamazsınız. İnsanlar da böyledir. Kendi kültüründe, sosyal yapısında yaşamak ister. Özgürlük kavramı işte burada can alıcı öneme sahiptir. İnsan kendi toprağında, dinini, örfünü ve ahlakını yaşayamıyorsa, savaş kaçınılmazdır. Psikolojik savaşla başlayan bu hareketlilik sonunda kendini gösterir. Böyle bir ortam oluştuktan sonra oturulup biraz düşünülmelidir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli fark insanın “aklını kullanabilmesi”dir. Akıllı bir insan inançlarını, değerlerini koruyabilecek ve yaşatacak yeterliliğe sahiptir. İnsan olaylar karşısında metanetini bozmadan sabırla beklemesini bilmelidir. Sabırla beklerken boş durmaz elbette... Bu süreçte çalışır ve bilir ki insanlığı doğruya götürecek olan gemiyi bilir ona biner. O gemiyi alabora etseler bile inanan insan o gemiyi yeniden inşa eder. İşte savaş budur, inananın savaşı…

Savaş denilince akla ilk gelenlerden biri de silahlı mücadeledir. Silahlı mücadeleyi gerekli kılan belli başlı sebepler vardır. Vatan toprağına gelebilecek olası bir saldırı bunlardan biridir. İnanan Müslüman her ne pahasına olursa olsun toprağını korur. Evet, burada bir soru sormak gereğini duyuyorum: Toprağıma gelebilecek bir saldırının, toprağımda bulunan kamu kuruluşunun yabancılara satılmasından ne farkı var? Bunun cevabını aklını kullanabilen her insan verir. Tabi kullanmasına mani olan kimse yoksa… Ben müslümanım elhamdulillah aklımı da kullanabiliyorum. Özgürlüğüme, özüme sahip çıkmak için mücadele veriyorum, savaşıyorum. Savaşın kötü olduğunu ahlaki boyutunu tartışanlara bir örnek vermek istiyorum: Unutmayalım ki İslam dinini yaymak için görevlendirilen, iki cihan perveri peygamber efendimiz de savaştı. Allah yolunda savaştı. Bu inananların savaşını, mücadelelerini her yönden haklı çıkaran değişmeyen, değişmeyecek olan bir değerdir. Buna sahip çıkalım gerekirse savaşıp canımızı seve seve verelim.

“Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayat;
Hülâsa, aile hissiyle cümle hissiyât,
Mukaddesâtı için çırpınan yürekte olur.
İçinde leş taşıyan sineden ne hayır umulur!
Vatan felakete düşmüş Onun hamiyyetı cûş.
Eder mi zannediyorsun? Herif, vatan berdûş!
Fakat sen öyle değilsin senin yanar ciğerin
“Vatan” deyip öleceksin semâda olsa yerin”
(Fatih Kürsüsünde/ s. 282)

MEHMET AKİF ERSOY