28 Şubat 2008 Perşembe

şaşkın












Fakülteye
doksanl
ı yılların sonunda başladım ben. Öyle köyden
çıkıp, elinde valizi şaşkın şaşkın etrafını seyre dalan oğlan çocuklarından
değildim. Peşim sıra yollara dökülmüş yavuklum da yoktu. Cerahati, yeniyetme bir
alınganlıkla arada akmaya başlamış; hayatın ne anlatılacak, ne de anlaşılacak
bir konusu olmadığının farkında dahi olmayan, hala sunulan her hayatın bir umut
olabileceğini düşünecek kadar işveli işveli gezinip dururdum. Ve hala o zamanlar
doğduğu ve yaşadığı şehirle bir gönül ilişkisi kuracak kadar kendine ait bir
şeylere sahip çıkmak gibi amansız hislere kapılırdım.



Fakülteye
doksanlı yılların sonunda başladım ben. Gurbetin altında ezilen delikanlıların
ve çarpık bacaklı oğlanların göz kırpmalarına kıkır kıkır gülerek, o an yanında
bulunan kızın koluna daha sıkı sarılan ergenlikten yeni kurtulmuş kızların
arasında geçti ilk yılım.



İçine kapanık
genç kızlar bu yılın sonuna doğru daha yüksek sesle konuşur olmuş, taşralı genç
oğlanlar köylerinde bıraktıkları yavuklularını yan sınıftaki güzelle
değiştirecek kadar büyümeye başlamışlardı. Ben, ne denli canım sıkılırsa
dünyanın o kadar düze çıkacağını düşünenlerdendim. Gizli gizli, ıssız ırmak
kenarlarında Hüseyinle kitaplar okur, mangal artıklarının yanında şatolara
yerleşirdik. İçimizin ıssızlığını ancak başka bir ıssızlıkla dolduruyorduk.



Hüseyini öyle
böyle biri sanmayın. Metrelerce öteden fark edilirdi Onun karşıdan gelen olduğu.
Kaldırımla yol arasındaki o ince duvarda yalpalayan birini görürsem anlardım
Hüseyinin geldiğini. Babasının aldığı iki kat elbisenin içine son iki senede
sığmaz olduğunu anlatır dururdu. Kırılgan, içli, yalnız ve garipti Hüseyin; bir
de yerli malıydı.



Her yeni yüz,
yeni bir fırsattır kendimizi saklamak için. Ve gittiğimiz her yerde, yeni
birileriyle karşılaşınca bu fırsat karşımıza çıkar. Tedrisatın daha ilk
günlerinde sınıfın arka taraflarına baktığımda bu denli samimiyetin ancak bir
harbi galebe çaldıran bir manga gönüllü tarafından olacağını düşünür, bu ergi
sarhoşluğunun ne zaman biteceğine dair kendimle bahse girerdim. Girerdim çünkü,
zamanın eleğine karşı duracak bir samimiyete o vakte kadar rastladığım hiç
olmamıştı. Benim bu sessizliğimde bilgelik arayan sıra arkadaşım Oktay, hemen
arkamda oturup beni gizli gizli süzen, daha elindeki oyayı bitirmeden gurbete
düşmüş Mehtap, kantin işletmeciliğini holding patronluğu sanan Kantinci Tuncay.
Bilirsiniz, taşranın küçük kentlerinde geceleri güneş gözlüğü takıp gezen
yörenin has yiğitleri olur. Bizim Kantinci Tuncay da işte o yiğitlerdendi. Orada
kaldığım sürece sol yanına doğru eğilerek yürüyen Kantinci Tuncaya içten içe az
gülmezdim Ona her rastladığımda. Onunla konuşma fırsatını ancak mektebin son
senesinde yakalamıştım. İnsanlığın çöküşü, ahlakın yerlerde debelenmesi,
memleketin huzura erişmesi, eğitimdeki kalitenin düşüklüğü gibi mevzularda
saatlerce Kantinci Tuncayı konuşturmuş ve en son vurucu cümleyi kalkarken
söylemiştim: "Sen mebus olmalısın!" Beklediği de buydu benden. Ah bu taşranın
başbakan adayları!..



İliği açılmamış
sırlar usul usul bana ilişmeye başlıyordu. Zaman ilerledikçe bahse girdiğim
zafer sarhoşluğunun bitme vaktini tahmin etmek hususunda çok da yanılmağımı
anlıyordum. Beni sarsan geçmişimi, girilmeye korkulan, hakkında türlü hurafeler
üretilmiş mağaralarda saklarken tüm hayatları ortalarda sır diye gezen
arkadaşlarım, kimseye yanaşmamışlığıma bir usta edası yakıştırıp hususi tüm
hayatlarını bir bir anlatmaya başlamışlardı. Onlar anlattıkça anlatır, ben
istismar edilmiş göçmen hallerimi, anlatılanlara suskunluğumla yamardım. Kaç
sırrı defalarca yeniymiş gibi dinleyip durdum. Bilirdim, insanın dinleyecek
birilerini bulması zordu, güvenecek birilerini bulması zordu, onları anlayacak
birilerini bulması da. İçimde kendime bile yer bulmaya zorlanırken onlara hep
küçük paftalar dağıtıyordum. Onları dinleme sebeplerimden biri de bendeki bu
"belki şimdi olabilir" ivediliğiydi. Bu hal, başlangıçta içimde kanatlanan bir
yandaşa dokunma arzusuydu. Bizim yandaşlarımız gece karanlığında kuvvete erişir,
kırgınlığımızın ve kızgınlığımızın gözlerine ancak gün yüzü ortadan kaybolursa
mil çekilirdi.



Uluyan sokak
köpekleri, bankta sevgilisiyle oturmuş haspalar, ortalarda kimse yokken rahat
rahat vazifesini yerine getiren mahalle delilerinin hepsi beni tanırdı. Sokak
aralarında güneş kaybolunca doğardım ben ve yanımda hep başka yüzler olurdu. Bu
bakir vakitlerin, yandaşlığımızın bekaretine dokunmayacağını sanırdım. Yanımda
yandaş diye gezdirdiğim herkes en fazla iki kez tahammül ederdi bana. Dillerimiz
aynı türküyü söylemiyor, kulaklarımız aynı kelimeleri duymuyor, içlerimiz hep
başka çizgilerle kalem oynatıyordu. Ayartamıyorduk yani birbirlerimizi



İnsanı
bulunduğu yere yabancılaştıran o yere dahil olmamasıdır, insanın hazzetmediği
şarkılar dahil olmadığı melodilerdir, insan dahil olmadığı kalabalıklardan
kaçar. Beni yağmalayan gençliğim, fakültenin uzun koridorlarından da, bir bardak
çayla kantinde oturan tüm kızları ve oğlanları uzun uzun süzen arkadaşlarımdan
hep uzak durmamı öğütlerdi. Durur onlara bakardım; "ben bu yağmanın
neresindeyim?" O an yerküre üzerinde kimsenin olmadığını düşünür, dünyanın
ortasına bırakılmamı bana verilmiş bir ceza gibi düşünürdüm. Uzak kalmak



Şimdi kalkıp
başka ne anlatayım size? Sınıfın tahtasına "Lenin" yazdı diye vatan
muhafızlarından tam tekmil kötek yiyen ve ertesi gün pılını pırtısını toplayıp
baba ocağına dul kadın gibi dönen arkadaşımızı mı, fakültenin ikinci senesinde
başı kapalı kızları içeri sokmayan hürriyet azgınlarını mı, üç ayda bir sevgili
değiştiren yeniyetme oğlanları mı, banka kartını vicdanlarına değiştiren
hocalarımızı mı, Kantinci Tuncayı taklit eden kantinci çıraklarını mı, mektep
süresince aynı pabucu ayaklarında saklayarak giyen tedirgin kızı mı, diplomasını
almaya bile hala içine sığmadığı elbisesiyle gelen Hüseyini mi, sabahlara kadar
oturduğum güvenlik kulübesindeki görevlileri mi, bir üst sınıfa geçince alt
sınıftakilere böbürlene böbürlene mektep ve hocaların tarihçesini ortaya döken
insancıkları mı, yoksa kendimi mi? Hani dünyanın ortasında bütün güzel olan
şeylerden muaf olan kendimi mi?



Kendini ceza
olarak yerkürenin ortasına bırakılmış olarak görenler ancak şaşkınlıkları ve
karmaşıklıklarıyla hatırlanırlar Geçenlerde Hüseyin aramıştı. Üstüne, sığdığı
üç takım almış. O söyledi

Sürüden Ayrılan












“Sürüden ayrılanı kurt kapar” diyorlar. Böyle
diye diye herkesi sürünün bir parçası yaptılar. Oysa kurt sürünün ta kendisidir.
Şöyle ki: Sürünün içinde kuzu kuzu yaşayanlar, bir müddet sonra kurtlanmaya
başlarlar…



Popüler olanlara, magazin sayfalarından
inmeyenlere, televizyonları parselleyenlere bir bakın. O kişilerin, Mustafa
Topaloğlu’ndan Ajda Pekkan’a, Zeki Müren’den Tarkan’a kadar, kendisi olmaya
başaramamış insanlar olduklarını göreceksiniz. Aynı şey, sürünün bir parçası
olanlar için de geçerlidir. Kendisi olmayı başaramayan, sürünün bir parçası olup
çıkıyor. Yani kendisine bakmayan, bakamayan; diğerlerini de görmüyor, göremiyor…
Popüler olanlarla sıradan bir vatandaş olan arasındaki tek fark şu; imaj
üreticileri, popüler olanlarla tek tek ilgilenirken; sıradan insanlarla milyon
milyon ilgileniyor…



Sürünün içinde her şey ters işler: mesela siz
karşınızdakine değer verdikçe, o sizi boşverir. Siz alçakgönüllü oldukça, o
alçaklaşır. İster edebiyatta olsun, ister günlük hayatta; dışarıdan gelen, ithal
edilen, her zaman daha değerli olur. Takip etmek, tahrip etmeye dönüşür. ( Necip
Fazıl Kısakürek’i takip ettiklerini söyleyenler, koca şairi ne hale getirdiler,
bir bakın…)



Sürüden ayrılmak, bir insanın yapabileceği en
akıllı ikinci iştir. (Birincisi İslam’ı seçmek) Sürüden ayrılmak, beraberinde
“ve diğerleri” olmamayı getirir; insanın ufkunu, zihnini açar. Kristof Kolomb
sürüden ayrılmasaydı yeni bir kıta bulamayacak, sıradan bir denizci yada balıkçı
olarak ölecek, haliyle unutulup gidecekti.



Mehmet Akif Ersoy Mısır’a gitmeseydi, ne kadar
itiraz ederse etsin, topyekün bir körelmenin parçası olacak; adı o dönemin
kiralık yazar ve şairleriyle beraber anılacaktı. ama şimdi hem onlardan ayrı
duruyor, hem de çok yukarıda…



Gerçi sürüden ayrılmak demek, illa alıp başını
tenha bir yere gitmek, insanlardan ve olumsuzluklardan uzaklaşmak değildir.
İnsan, onca kalabalığın içindeyken de sürüden ayrılabilir. Bunun en iyi örneği
şairlerdir. Bakınız: Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu…



Bugüne kadar, sürünün bir parçası olmamak için
elinden gelen her şeyi yaptım. Örneğin, insanların üzerinde hemfikir olduğu
şeylere sürekli şüpheyle yaklaştım. Mesela Turgut Özal’ın en popüler olduğu
dönemde, ben Sayın Necmettin Erbakan’ı tercih ettim. Bunun nedeni, Erbakan
Hoca’nın davasını, savunduğu değerleri çok iyi bilmem değil, çevremdeki herkesin
onu kötülemesiydi.



Sürü düşünemez, sadece sever yada kötülerdi.
Bunu da duygularıyla değil, görev bilinciyle yapardı. Çünkü sevilecek yada
sevilmeyecek kişiler, okunacak kitaplar, gidilecek yerler başkaları tarafından
liste halinde hazırlanıp servis ediliyordu. Sürünün kötü dediği şey,
başkalarının kötü olarak bilinmesini istediği şeydi. Nitekim Müslüman Türk
halkına en büyük kötülüğü, herkesin öve öve bitiremediği Turgut Özal yaptı.
Belki ekonomik anlamda bir çok insan sevindi ama, koca bir millet, büyük bir
manevi çürümenin içine girdi; ortalık ahlaksızlıktan ve ucuzluktan geçilmez
oldu. Çünkü Özal, bir şeyin çaresine bakarken çarenin ne olduğuna bakmıyordu.



Oysa sürünün bir parçası olmayanlar, bir şeyin
çaresine bakarken, çarenin de ne olduğuna bakıyorlardı. Mesela “Avrupa Birliğine
hayır” derken, “D-8”, “Dolara Hayır”” derken, “İslam Dinarı” diyorlardı. Yazıda
adı geçen şairlerde öyle. Yüzlerce şair ve yazar da körü körüne Batı kültürünün
peşinden giderken; Sezai Karakoç Diriliş neslini, Necip Fazıl Kısakürek Büyük
Doğu’yu, Mehmet Akif Ersoy Asım’ın şahsında İslam alemini savunuyordu.



Bugün, millet olarak sürünüyorsak, büyük bir
sürü olduğumuz içindir. O sürü ki, başbakanı haksız yere idam edilirken, kahvede
çay içiyordu…



Geçenlerde gömlek almak için bir mağazaya
girdim; tezgahtar hanıma, “gömlek, çeşitlerinizi görmek istiyorum” dedim.
“Beyefendi, bu sene şu modeller iyi gidiyor” diyerek tezgahın üzerinden üç dört
tane gömlek çıkardı. “ Hayır” dedim, “bana bunları değil, kimsenin almadığı,
beğenmediği gömlekleri gösterin.”



Tezgahtar hanım şaşırmıştı, çünkü “sürümden
kazanmak sürüden kazanmaktır” diyen biriyle karşılaşmıştı…



Son olarak şunu sormak istiyorum: Sürüden
ayrılmayı göze alamayanlar, arada sırada da olsa kafalarını kaldıramazlar mı?

Günümüz gençliğinin sorunları






1-)
Gayesizlik Sorunu: İman etmek ciddi bir iddiadır. Gayeden amacımız,



iman
iddiamızı ispatlama sorumluluğudur. Bugün müslüman dendiği halde,



gayesiz,
dertsiz, amaçsız ve sancısız kitlelerle karşı karşıyayız…



Allah insanı
yaratılmışların en şereflisi seçmişken, ekrem sahibi, izzet



sahibi
seçmişken bizler “esfel”e doğru gidiyoruz



maalesef…
Gayesi yitirilmiş nesiller yetişiyor ve gaye kaybedilince



de pusulamız
olan Kuran da elden kayıyor…







2-)
Kıblesizlik Sorunu:



Yönsüzlük
sorunu diyebiliriz. Günde kırk defa



Allah’la olan
ahdimiz var. Günde kırk defa Allah’a bizi



“sıratim
mustakim”den ayırma diye dua ediyoruz.



Nesillerimizi
tehdit eden iki önemli sorun var. Birinci sorun çok kıbleli



hayat
anlayışı, ikinci sorun ise kıblesiz hayat anlayışı. Parayı




kıbleleştirenler, Malı-mülkü kıbleleştirenler, Şehveti kıbleleştirenler,



hatta meşin
yuvarlağı kıbleleştirenler var aramızda… Ekranları




kıbleleştirdiğimizin farkında değiliz. Farkında değil gençlerin çoğu



kıblesiz
oluşundan veya çok kıbleli oluşundan…



Dünyada
insana ilk olarak kıble aşısı yapılmalı… İstikametimiz,



yönümüz
belirsizleşmemeli. Zihnimizde bulanıklılık olunca, kıblemiz



de kayıyor.



Hayat ilk
günden, son güne kadar kıble kararlılığıdır!







3-)
Kimliksizlik Sorunu:



Ben kimim?
Biz kimiz? Gibi soruları, kendimize



sormaktan
çekiniyoruz. Bizim marifetimiz, kerametimiz kimliğimizde saklı.



Sadece
kimliğimizin bilincinde olmak da yetmiyor maalesef… Cemaat



ruhu ile
ümmet ruhunun birleşmesi lazım. Kimlik derken birey olarak değil,



ümmet olarak
hareket etmemiz gerekir.



Kuran’da
birçok ayette mesela Ali İmran suresi 64. ayette



“Eğer onlar
yüz çevirirlerse, şahit olunuz ki” ibaresi geçer.



Evrendeki her
şeyi, imanımıza, kimliğimize şahit tutmalıyız. Düşmanlarımız



tarafından
bile, müslüman olduğumuz, hayatımızı Allah’ın rızasına



uygun bir
şekilde yaşadığımız tespit edilmeli ve şahit tutmalıyız.



İşte
kimliğimizi yakaladığımız zaman, halife olarak; yeryüzünün reisleri,



önderleri
olabiliriz. Nihilizm gibi hiçleşmeye giden insan yığınları gibi



değil,
kimliğini arayış içerinde olan kulların zümresinde olmalıyız.



Kimliksiz
insanlar sömürülmeye aday insanlardır! Kimliğimizde muvahhit



vasfı,
mücahit vasfı, muttaki vasfı, muhalif vasfı ve müteal vasfı



olmalı… Yani
yeri deldiğinde çekinmeden “la” demesini



bileceğiz.
Hz. İbrahim gibi “Yuh sizin Allah’tan başka




taptıklarınıza” diyebilmeliyiz.







4-)
Eylemsizlik Sorunu:



Kısacası
hareketsizlik, amelsizlik sorunu…



İman var,
amel yok. Canlılık, dinamizm yok. Kötülükle mücadele ruhu, azim



yok… Eylem
yok yani. Örneğin okuma eylemi en büyük İslami eylemdir.



Öyle
olmasaydı Rabbimizin insana ilk emri “oku” olur muydu?



Namaz bir
eylemdir, Tebliğ bir eylemdir.



Eylemsizlik
rehavetten, konfordan kaynaklanıyor. Okuma, olmazsa



olmazımızdır!
Öyle ki haksızlık karşısında susmakta mahzur görmüyoruz.



Kâinatı,
kitabı okumuyoruz. Böylece, zamanla haksızlığa karşı bağışıklık



kazanıyoruz…



İslam’dan
gayrı bir davranış, bir olayla karşı karşıya kaldığımızda,



imanımızın
bizi hemen refleks hareketiyle uyarması lazım…







5-) Ruhsuzluk
Sorunu:



Kuran’da Hicr
suresi 29. ayette Rabbimiz şöyle



buyuruyor:
“Ona kendi ruhumuzdan en güzel bir biçimde üfledik. Ruh



ile çamur
birleşince işte, eşrefi mahlûkat ortaya çıkıyor. Ama ruh ile



çamuru
birbirinden ayırdığınız vakit; fitne, fesat, arzın imhası ortaya




çıkıyor.İnsanlarda iki tür sapma vardır. Kimi insanlar çamura, yani maddeye,



dünyaya önem
verirler. Materyalist zihin tipini örnek olarak verebiliriz.



Kimi insanlar
da, ruhbanlaşmaya önem verirler. Mistisizm gibi…



Oysa Kuran-ı
Kerim’de bizlere Allah (cc) buyuruyor: Ne Yahudiler



gibi maddeye,
çamura ne de Hristiyanlar gibi ruhbanlaşmaya değil,



“sıratim
mustakim”den ayrılmamaya dikkat çekiyor… Yani



iki tarafı
da, iki dünyayı da dengelememiz isteniyor.



Dünya bizim
vazgeçilmemiz olunca, ahireti esirgiyoruz!







6-)
Değersizlik Sorunu:



Değer yitimi,
değerlerimizden ve doğrularımızdan



vazgeçen,
değerlerimizi fiyatlandırmaya; dünyalık menfaatlere götüren



zihin yapısı…
İslam’ın değerlerinde çıkar hesabı yapmamalıyız.



Yoksa
önümüze, ömrü yemek sofrasıyla tuvalet arasında geçen insan



prototipi
çıkar.



Modernizm,
kendi kutsalını kendisi üretti. Kapital kutsaldır, akıl



kutsaldır,
demokrasi kutsaldır dedi. Yani pozitivist yepyeni kutsallar



piyasaya
sundu. Vahyin kutsallarını bırakarak, kendi kutsallarını üretmeye



başladı.
Postmodernizm ise hiçbir kutsalı tanımadı, yok saydı



hepsini…
Topyekûn değersizleştirme operasyonu düzenledi özellikle



genç
beyinlere…



Özgürlük
sarhoşluğu altında insanları topladılar. Hâlbuki Allah



(cc) bize
değer biçiyor; Kuran’da “Allah tarafında en değerli olanınız,



Allah’tan en
çok korkanınızdır” buyruluyor. Mutluluk başarıda



aranıyor,
Allah rızasında aranmıyor ki! Taviz vermemeliyiz bu



rüzgâra.Takip
ettiğimiz hayat çizgisi bizi Allah’a götürüyor mu, götürmüyor



mu, ona
bakmalıyız…



Her ne ki
bizi O’na götürüyor o hakikatimiz, her ne ki bizi



O’ndan
uzaklaştırıyor o reddimiz olmalı. Siz Allah’ı ne kadar




önemsiyorsanız, Allah’ta sizi o kadar önemser. Allah “beni



anın ki ben
de sizi anayım” buyuruyor bakara 152. ayette. Beyyine



suresi 8.
ayette “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da



Rablerinden



razı
olmuşlardır.” buyuruyor. Bilal Habeşi “ehad,



ehad…”
diyerek Rabbinden razı olduğunu ispatlıyordu…







7-)
Duyarsızlık Sorunu:



Kapitalist
sistem, insanı robotlaştırıyor.



İnsanlar,
İslam’ın sancısını yüreğinde duymuyor, hissetmiyor.



Müslümanlar
birbirlerinin acısını hissetmiyorlar. Sen Allah’a



yürüyerek
gelirsen, Allah’ta sana koşarak gelir. Allah cenneti




yaklaştırarak, bizlere bu kadar değer veriyor, iltifat ediyor.



Bizde O’nun
istediği şekilde kul olmalıyız.



Duyarsız
müslüman, tepkisiz, sönük, içine kapanık insandır. Kendi



nefsi için
yaşar. Kendisi için kazanır, kendisi için düşünür. Başka



derdi,tasası
yoktur; sömürülmüştür…



selam ve dua
ile

Asım'ın Nesli


"Asım'ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek,
İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek! "
Yüz yılın başlarında Türk gençliğine bu coşkun duygularla seslenen Akif ne kadar içten, ne kadar da inanç doluydu gençliğe…
Ülke bir kan deryasına dönmüş, toz, duman kasırgaları, kara bulutlar kaplamıştı aziz vatanı. Ülkenin her kıyısında her bucağında bir cephe açılmış, on beşinde fidanlar "Hey on beşli on beşli /Tokat yolları taşlı/On beşliler gidiyor / Kızların gözü yaşlı" türküleri ile cepheye sevk edilir olmuştu. Ne acıdır ki ağıt olan bu türkü ile şimdilerde oynanıyor, göbekler atılıyor. Çocuk yaştaki bu yiğitler ana eliyle kınalanıp kınalanıp bayramlık koçlar misali gümbür gümbür gittiler ölüme. Bu ülke için, vatan namus, için…
Akif haklıydı. Bu nesil, ecdadına layık, şanlı mazisine layık, Mehmetçik adına layık, her şeyden fazla "insanlığına" layık kutlu bir nesildi. Kimisi daha lise sıralarındayken gönüllü olmuştu, şahadete; kimisi Tıbbiye talebesiyken. Vatanı candan aziz bilmişler, o yar için serden geçmişlerdi. Onlar düşünmeden canlarını verdiler vatana, vatan can buldu o yiğitlerin kanlarıyla.
Aradan bir asır geçti, vatan aynı vatan, mazi aynı mazi, millet aynı millet ama? ... Nesil acaba aynı nitelikte bir nesil mi?
Cevap acı; ama gerçek: Hayır!
Karşımızda bambaşka bir tablo durmakta ne yazık ki. Hamuru bizden gibi görünse de mayası bizden çok başka, bir yönüyle bizden, bir yönüyle fersah fersah uzakta.
Ne oldu, nasıl oldu da bu hale geldik. Dilimizle, davranışlarımızla, inançlarımızla, ülkümüzle nasıl bu kadar yabancılaşabildik. Daha bir asır önce biz var olabilelim diye ölüme koşa koşa gidenlerle nasıl bu kadar farklılaşabildik? Hayret!
"İstisnalar kaideyi bozmaz." Düsturunca özünü koruyan kesimi hariç tutarak söylüyorum. Çok duyarsız, özentili, kimliksiz, idealsiz bir gençlikle karşı karşıyayız. Bir öğretmen, bir anne ve bu milletin mensubu biri olarak üzülerek gözlemliyorum gençleri.
Değer yargıları son derece farklı bu neslin. İnsanların manevi özellikleri, gönül güzelliği, ürettikleri, saygınlığı, insanlığa hizmeti geçer akçe olmaktan çok uzakta. Onlarca geçer akçe olan maddi durumu, fiziksel özelliği, cep telefonunun, ayakkabısının markası… Hepsi tek tip adeta. Aynı model kotlar, aynı model saçlar, aynı tarz yüz ifadeleri; ama en kötüsü, aynı dizi kahramanlarının – kahraman demek ne derece doğruysa – fabrikasyon serisi…
Konuşmaları içeriği hep aynı: Kızların en büyük derdi sıfır beden olamamak. Bilmem ne model eteği, botu alamamak. Erkeklerinse cep telefonunun modelini yükseltememek.
Daha bir asır öncesi vatanı için canından geçen genç bugün ülkesi için vergi vermeyi enayilik, askerden kaçmayı uyanıklık, gününü gün etmeyi " geçliğinin gereği görüyor " daha fenası bunu en doğal hakkı biliyor.
Önümüzdeki tablo kötü görünüyor. Eleştirmek kolay. Peki, anne- babalar ve öğretmenler olarak bizde hiç mi suç yok? Bu gençler bu duruma gelirken bizler ne yaptık, ya da yapmamız gereken neyi yapmadık. Meseleye bir de bu yönden bakmamız lazım. İğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batırmamız adaletin gereği.
Öğretmen ve ebeveynler olarak doğru model olabildik mi, çocuklarımıza kimliğini, tarihini, ideallerimizi doğru anlatabildik mi. Hayatı için, milli kimliği için, kişisel gelişimi için doğru hedefler gösterebildik mi? Pek çok çocuğumuz daha peygamberini tanımıyor; ama Noel Baba ile akraba olmuş durumda. Oğuz Kağan'ın adını bile duymamıştır; ama Herkül'ü, Aşil'i gayet iyi bilir. Çanakkale'yi önemli gün ve hafta kutlamalarında can sıkıcı bir etkinlikle özdeşleştirir, ama Vietnam Savaşı'nı, Amerikan filmleri sayesinde hatmetmiştir. Ulubatlı Hasan'ı, Fatih'i, Seyit Onbaşı'yı, Biruni'yi, İbn-i Sina'yı ve nicelerini belki de hiç bilmez ama Shakira'yı, Rambo'yu, bir yığın şarkıcıyı, mankeni, futbolcuyu "idol" – bu da zehirli ithal bir yeni değerdir.- kabul eder, model alır.
Sonuç olarak ortalıkta Türkçe diye ne idüğü belirsiz bir kelime dağarcığı ile konuşan, üretmeden sürekli tüketen, hep kendi için yaşayan, bencilliği, ukalalığı "özgüven, özsaygı" zanneden üç yüz sözcükle düşünmeye çalışan –normal bir gencin üç bin kelime ile konuşması beklenir. - vurdum duymaz bir gençlik.
Hata bizim! Onlara doğru idealler gösteremediğimiz için, doğru modeller koyamadığımız için bizim. Hayat kanunudur; her boşluk iyi ya da kötü bir şeylerle dolar, boş kalmaz. Biz çocuklarımızın beyinlerini, yüreklerini boş bıraktık. İthal modeller, Amerikan patentli idealler boşluğu doldurdu. Kendi ellerimizle kendi neslimizi "Asım'ın Nesli'ni" yabancılara verdik. Atalarımızın kanları ile korudukları, canları ile sakladıkları incilerimizi, elmaslarımızı kendi ellerimizle yabana sunduk. Heyhat ne acıdır ki savaş meydanımızda bilek gücümüzle aldıklarımızı, barışta güle oynaya kaybettik, kendi dilimize, kendi tarihimize, milli benliğimize ihanet ettik.
Kayıp büyük, ama kurtarılması imkânsız değil. Kendi kendimize acımamız, acizliğe düşmemiz çözüm değil. Silkinmeli, kalkmalı ve üzerimizdeki ölü toprağını atmalıyız artık. Öğretmen olarak bizler derslerimizde; ana babalar evlerinde, devlet doğru eğitim politikalarıyla bu yozlaşma ile mücadele etmeli yekvücut olmalıyız. Akif'i- o büyük üstadı- hayal kırıklığına uğratmamalıyız. Onun:
"Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın
Siper et gövdeni dursun bu hayâsızca akın
Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakkın
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın" hitabına yaraşır şekilde daha önceki maddi akımları durdurduğumuz gibi şu anda ülkemize dilimize, dinimize ve milli kimliğimize gelecek olan manevi akımları durdurmalıyız.
Haydi, gelin dostlar! Asımın Nesli için sızlanmak yerine bu karanlığa bir mum da biz yakalım

Edirne

Edirne kal'asıdır gördüğün hisar-ı mehib
Şu zirvesinde biten simsiyah ağaç da salib
Murad-ı evveli koynunda gezdiren tepeler
Nasıl rüku ediyor Ferdinand'a bak bu sefer
Bizim midir sanıyorsun şu yükselen bayrak?
Çeken Savof, Lala Şahin değil kuzum, iyi bak
Edirne! İşte o islamın ahenin suru
Edirne! İşte o şarkın cebin-i mağruru
İkinci aşr-ı tealisi Al-i Osman'ın
Birinci mevki-i feyyazı belki dünyanın
Edirne! İşte o şarkın demir kilidi
Sefil ayakları altında Bulgar'ın şimdi
Muzaffer ordusu hakkıyla(!) intikam alıyor
Kadın, kız, çoluk, çocuk, erkek ne bulsa parçalıyor
Bu katliama da razıyım ihtiram olsa
Harim-i dini de geçtik harim-i namusa
Şu dört minareli cami ki yoktu hiçbir eşi
Ki parlıyordu hilalinde sanatın güneşi
Salibi sineye çekmiş de bekliyor.Nevmid

Hasta

- Bence Doktor, onu siz soyarak dinleyiniz;
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.
Sade bir nezle-i sadriyyemi illet? Nerede?
Çocuğun hali fenalaştı son günlerde,
Ameliyata çıkarken sınıf on gün evvel,
Bu da gelmez mi? Dedim 'Kim dedi, oğlum sana gel?
Nöbet üstünde adam kaçmalı yorgunluktan;
Hadi yavrum, hadi söz dinle de bir parça uzan.'
O zamandan beridir za'fi terakki ediyor;
Görünen: bir daha kalkınması artık pek zor;
Uyku yokmuş; gece hep öksürüyormuş; ateşin
Oluyormuş biraz dindiği

- Ben zaten işin,
Bir ay evvel biliyordum ne vahim olduğunu
Bana ihtara ne hacet, a beyim. Simdi bunu?
Maamafih yeniden bakalım dikkatle:
Hükmü kat' i verelim, etmeye gelmez acele.

- Çağırın hastayı gelsin.

- Kapının perdesini,

Açarak girdi o esnada düzeltip fesini,
Bir uzun boylu çocuk.. Lakin o bir levha idi..!
Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedi,
Rengi uçmuş yüzünün, gözleri çökmüş içeri.
Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri.
O şakaklar göçerek cepheyi yandan sıkmış;
Fırlamış alnı, damarlarla beraber çıkmış,
Bet-beniz kül gibi olmuş uçarak nur-i şebâb;
O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bitâb!
O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi;
Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi!
Kafa yük gibi kesilip boynuna, çökmüş bağrı;
İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı.

- Otur oğlum seni dikkatlice bir dinleyelim …

Soyun evvelce, fakat …

- Siz soyunuz yok halim!

Soydu bîçâreyi üç-beş kişi birden, o zaman
Aldı bir heykeli uryân-i sefalet meydan
Yok bu kemik külçesinin dinlenecek bir ciheti:
' Bakmasak hastayı nevmid ederiz belki ' diye;
Çocuğun göğsüne yaklaştım biraz dinlemeye:
Öksür Oğlum … Nefes al…Oldu, giyin;
Bakayım nabzına... A’ la... Sana yavrum, kodein
Yazayım, öksürüyorsun, O, keser, pek iyidir…
Arsenik hapları al, söylerim eczacı verir.
Hadi git, kendine iyi bak…

- Nasıl ettin doktor?

- Edecek yok, çocuk artık yola girmiş, gidiyor!

Sol taraftan rienin zirvesi tekmil çürümüş;
Hastalık seyr-i tabiisini almış yürümüş.
Devri salisteki asarı o mel'un marazin Var tamamıyle, değil hiçbir eksik arazin.
Bütün a'raz, sehikiyle, zefiriyle…

- Yeter!
Hastanın çehresi meydan da! İnsanda meğer
Olmasın his denilen şey.. O değil, lakin biz
Bunu ' Tebdil-i hava ' derde nasıl göndeririz?
Surda üç-beş günü var.. Gönderelim Yolda ölür….
' Git! ' demek, hem, düşünürsek ne büyük bir zuldür!
Hadi göndermeyelim.. Var mı fakat imkanı?
Kime dert anlatırız? Bulsan a derdi anlayanı!

- Sözünüz doğru, Müdür bey; ne yapıp yapmalı; tek
Bu çocuk gitmelidir. Çünkü eminim, pek pek,
Daha bir hafta yasar, sonra sirayet de olur;
Böyle bir hastayı gönderse de mektep ma'zur.

- Bir mübaşşir çağırın.

- Buyrun efendim.

- Bana bak:

Hastanın gitmesi herhalde muvafık olacak.
' Sana tebdil-i hava tavsiye etmiş doktor.
Gezmiş olsan açılırsın..' diye bir fikrini sor.
' İstemem! ' de o fakat dinleme, iknaa çalış;
Kim bilir, belki de biçare çocuk anlamamış?

- Şimdi tebdil-i hava var mı benim istediğim?
Bırakın halime artık beni, rahat öleyim!
Üç buçuk yıl bana katlandı bu mektep, üç gün
Daha katlansa kıyamet mi kopar? Hem ne içün
Beni yıllarca barındırmış olan bir yerden.
' Öleceksin! ' diye koğmak? Bu koğulmaktır. Ben,
Kimsesiz bir çocuğum nerde gider yer bulurum?
Etmeyin sokaklarda perişan olurum!
Anam ölmüş babamın bilmiyorum hiç yüzünü;

Sanki atideki mevhum refahım giderek,
Onu çalkandığı hüsranlar, içinden çekecek!
Kardeşim kurduğun amali devirmekte ölüm;
Beni göm hurfe-i nisyana, ben artık öldüm!
Hangi bir derdim için ağlıyayım, bilmiyorum.
Döktüğüm yaşları çok görmeyiniz; mağdurum!
O kadar sa'y-i beliğin bu sefalet mi sonu?
Biri evvelce eğer söylemiş olsaydı bunu,
Çalışıp ömrümü çılgınca heba etmezdim,
Ben bu müstakbele mazimi feda etmezdim!
Merhamet bilmeyen insanlara bak, Yarabbi,
Koğuyorlar beni bir sail-i avere gibi!

- Seni bir kerre koğan yok, bu sözün pek haksız.
' İstemem yollamayın ' dersen eğer, kal, yalnız..
Hastasın..

- Hem Verem'im! Söyle, ne var saklayacak!

- Yok canim, öyle değil…

- Öyle ya herkes ahmak,

Bırakırlar mi, eğer gitmemiş olsam acaba?
Doğrudur gitmeliyim.. Koşturunuz bir araba.
Son sınıftan iki vicdanlı refikin koluna
Dayanıp çıktı o biçare, sefalet yoluna.
Atarak arkaya bir lemba-i lebriz-i elem, Onu teb'id edecek paytona yaklaştı ' Verem'!
Tuttu bindirdi çocuklar sararak her yerini,
Öptüler girye-i matem dökerek gözlerini;

- Çekiver doğruca istasyona ….

- Yok, yok, beni ta,

Götür İstanbul’a bir yerde bırak ki; guraba,
- Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada -
Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada!

Mehmet Akif Ersoy

Birlik

Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz;

Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun,
Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun.

Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa,
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,

Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar
Taşıp da kaplasa âfakı bir kızıl sarsar,

Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!

Mehmet Akif Ersoy

Cenk marşı

Ey sürüden arkaya kalmış yiğit
Arkadaşın gitti haydi sen de git
Bak ne diyor ceddi şehidin işit
Haydi git evladım uğurlar ola
Haydi git evladım açıktır yolun
Zalimlere karşı bükülmez kolun
Bayrağı çek ön safa geçmiş bulun
Uğurun açık olsun uğurlar ola.

Eşele bir yerleri örten karı
Ot değil onlar dedenin saçları
Dinle şehit sesleridir rüzgarı
Haydi git evladım uğurlar ola
Haydi git evladım açıktır yolun
Zalimlere karşı bükülmez kolun
Bayrağı çek on safa geçmiş bulun
Uğurun açık olsun uğurlar ola
Haydi levent asker uğurlar ola

Yerleri yırtan sel olup taşmalı
Dağ demeyip taş demeyip aşmalı
Sende ki coşkunluğa er şaşmalı
Kahraman askerim uğurlar ola
Haydi git evladım açıktır yolun
Zalimlere karşı bükülmez kolun
Bayrağı çek ön safa geçmiş bulun
Haydi levent asker uğurlar ola
Haydi git evladım uğurlar ola.

Mehmet Akif Ersoy

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi;
'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

Mehmet Akif Ersoy

canan yurdu

Eyvah! sevgilininyurdu ıssız kalmış
Ayak bastığı heryer kırgın bir mezar olmuş
İçindeki ahenk uçmuş da
Ses seda kalmamış yuvada
Yer yer gömülü durur emeller
Sanki kıyamet gününü beklerler...
Ya rab! niye böyle bir yığın toprak
Olmuş yatıyor o temiz saha?
Ya rab! niçin o parıltı ortada yok?
Ya rab! niçin uzayıp gitmekte bu gölge?
Ya rab! sevgilinin yuvası üzerine
Gerilmiş bu kat kat aydınlık perdesinin anlamı ne?


Mehmet Akif Ersoy

asım nesli

Evliyalar diyarı olan vatanımızın manevi ikliminde yetişmiş abide
şahsiyetlerdendir Mehmet Akif. "Vatanı sevmek imandandır" hadisinin, ruhunda
noksansız tecelli bulduğu bir vatan sevdalısı olduğu kadar, "Benim iman dolu
göğsüm gibi serhaddim var" diye haykıracak kadar da imanla doludur. Gözler
önünde yok edilen bir nesilin feryadı ve hunharca parçalanan İslam aleminin
sancılı üstadıdır. Dinin yokoluş sürecinde varoluş mücadelesinin önde giden
akıncılarındandır. Yüreğinden kamışla kan çekerek yazdığı mısralarda
vatanın, milletin ve Asım neslinin sesi oldu çağlara. Mehmet Akifi bir ceset
olarak düşünmek yanlıştır. O mana aleminin bir aynasıdır. Hayatında asla
dininden taviz vermemiş ve asla zalimlerle bir olmamıştır. İşbirlikçi
hainler gibi dinine ihanet etmemiş, hele zulmü asla alkışlamamıştır. Hain
hesaplar üzerinde paylaşılan bu vatanın gidişi karşısında çaresizliğini ve
çareyi yazmıştır eserlerinde. Hakkın sesini halkın sesi haline dönüştürmek
için ömrünce çalışmış ve son nefesini yine bu uğurda vermiştir. "İstiklal
Şairi" olma şerefine nail olmuş ve milletimizin ruhunda derin akisler
uyandırmıştır. Yaşadığı onca savaş, gördüğü bir o kadar sıkıntı ve çektiği
sürgünlere rağmen her şart altında hakkı haykırmıştır. Vefatının sene-i
devriyesini yaşadığımız bu günlerde en çok Mehmet Akifi anlamalı, onun
halet-i ruhiyyesini özümsemeliyiz…
Varlık alemine açılan bir göz
Mehmet Akif 1873 yılının Aralık ayında İstanbul´da Fatihin Sarıgüzel
Mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babası oğluna ebced hesabı ile doğum yılını
gösteren "Ragıyf" adını vermişti. Fakat alışılmadık olan bu kelime zamanla
çevresindekiler tarafından "akif" şeklinde telaffuz edilmeye başlandı.
Mehmet Akifin babası Fatih Medresesi müderrislerinden Mehmet Tahir Efendi,
annesi ise Emine Şerife Hanımdır. 4 yaşında Fatihte Emir Buhari Mektebine
başlayan Akif daha sonra Fatih Merkez Rüştiyesi´nde öğrenim hayatına devam
etti. Daha sonraki yıllarda ise "Mülkiye Mektebi" ne başladı. Akifin şiir
yazma merakı ortaokul yıllarında başlamıştı. 1889 yıllarında ailesinin
çektiği sıkıntılardan dolayı Mülkiye Mektebini bırakan şair "Baytar Mektebi"
ne başladı. Çünkü öğretime yeni başlayan bu okulun, ilk mezunlarına garanti
iş verilecekti. Şair, spor yapmaya da merak sarmıştı. Çok iyi ata bindiği
rivayet edilmektedir. Daha sonra Baytar Mektebini bitiren Akif "Baytar
Müfettiş Muavini" olarak Fransaya davet edilen grupla beraber işe başladı.
1898 de yirmi beş yaşında iken evlendi ve üçü kız olmak üzere altı çocuğu
oldu.
"Sadece emr-i bil marufa yemin ederim…"
Temmuz 1908de ikinci defa Meşrutiyet ilan edildiğinde Mehmet Akif
İstanbulda, Umur-u Baytariye Dairesi Müdür Muavini olarak bulunuyordu. O
zamanlar İttihad ve Terakki Cemiyeti açıktan üye kaydına başlamıştı. Çünkü
yaşanan kötü gidiş karşısında ne yapacağını bilmeyen halk, Cemiyeti adeta
umut kapısı olarak görmüştü. Hemen hemen tüm alimler ve tekke şeyhleri
Cemiyete ümit bağlamıştı. Meşrutiyetin ilanından on gün sonra Akif ve bazı
arkadaşları da Cemiyete kaydoldu. Kayıt esnasında vuku bulan bir olay
tartışmaları da beraberinde getirdi. Cemiyete giriş yeminle başlıyordu. Akif
yemin metnine itiraz etti ve "sadece Emr-i bil marufa" yemin edeceğini, aksi
halde söz vermeyeceğini söyledi. Bunun üzerine metin Akifin isteği ile
değiştirildi, "İslamcı" aydınlar diye tabir edilen kesimin toplandığı; Eşref
Edip tarafından yayınlanan "Sebilurreşat" dergisinin başyazarı oldu. Balkan
savaşlarının felaketli günlerinde Akif, İstanbulun üç büyük camisinde halka
hitap ediyordu. Fatih, Süleymaniye ve Beyazıd vaazları Sebilurreşata
yayınlandı. Akif, Meşrutiyet yıllarında desteklediği İttihad ve Terakki ile
giderek yolunu ayırdı. Daha sonra Osmanlı Devletinin istihbarat teşkilatı
olan "Teşkilat-ı Mahsusa" ya katılarak Arabistanın Necid bölgesine yapılacak
geziye katıldı. Gezinin amacı Şerif Hüseyinin İngilizlerle anlaşıp
anlaşmadığını olay yerine giderek araştırmak idi. Mehmet Akif meşhur "Necid
Çöllerinden Medineye" şiirini de bu esnada yazmıştır. Daha sonra Şerif
Haydar Paşa´nın daveti üzerine bir süre Lübnanda bulunmuştur.
Akif kürsüde
1919 yılı tüm Müslümanların olduğu gibi Akif´in de ızdırap yılı oldu.
Başlayan işgaller karşısında ümmetin her ferdi gibi samimice çalışmaya
koyulan Akif, ihtiyaç hissedildiğinden Ankaraya geldi ve burada ümmeti
galeyana getirecek vaazlarına başladı. Bir çok camide halkı milli mücadeleye
çağırdı verilen cihad fetvalarına katılımı artırmak için hayli uğraştı.
Hatta Kuva-i Milliye bünyesinde yer aldığı zamanlar da olmuştur. Yaptıkları
çalışmaları halka duyurmak ve milletteki heyecanın tazeliğini korumak için
Sebilurreşat´ta yazılar yazıyordu. İşte bu gün ki eseri "Safahat" bu
yazıların ve gezi notlarının toplamıdır. Özellikle Kastamonu "Nasrullah"
Camiinde yaptığı konuşma büyük yankı uyandırdı. Bu konuşma İstiklal
Savaşı´nın ruhunu ve neden yapıldığını anlatan en önemli vesikadır. 1920
yılında Mustafa Kemalin teklifi üzerine Burdur mebusu oldu. Her şart altında
vatanına hizmet vazifesini yerine getirmeye çalışan yazar bu esnada adeta
halkın sesi olmuştu. Verdiği vaazlar ve yazdığı eserler binlerce mücahidi
galeyana getirmiş ve onlarda cihad aşkını uyandırmıştı.
Sürgün edilmiş bir hayat…
O yıllarda Trabzon Milletvekili olan Binbaşı Ali Şükrü Bey Mecliste
muhaliflerin sözcüsü konumunda idi. Lozan müzakerelerinde hükümetin yanlış
yaptığını, "Misak-ı Milliye" uymadığını ve Musulu elden kaçırdığını söyleyen
muhalifler, hükümeti sıkıştırmakta idiler ve bu esnada Ali Şükrü Bey
kaçırılmış, bir süre sonra da ölü bulunmuştu. Anlaşılan Mecliste muhalif
olmak meşakkatli bir işti. Hatta bir ara Mart ayında yapılan gizli
görüşmelerde Mustafa Kemalin kürsüden inerek Ali Şükrü üzerine yürüdüğü
meşhurdur. Kazım Karabekir Paşa hatıralarında Mustafa Kemalin Ali Şükrü Beye
olan öfkesini şu satırlarda anlatmaktadır: "14 Kasım 1922 akşamüstü, Gazi ve
Fevzi Paşalarla ben trenle Ankaradan İzmire hareket ettik. Gazi pek asabi
idi; "Muhaliflerden Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey, Ankaraya matbaa
getirmiş ‘TAN´ adında bir gazete çıkaracakmış. Siz hala uyuyorsunuz…" diye
yaverine bağırdı ve yakın, yıkın diye çıkıştı. Ben de bunun doğru
olmayacağını arz ettim." İşte Akifi de, Bediüzzamanı da Meclisten soğutan
sebepler aynı idi… Sebilurreşat Dergisi de o yıllarda "irtica" damgasından
nasibini almış ve Şubat 1925teki "Şeyh Said" isyanı gerekçe gösterilerek
kapatılmıştı. Bu yıllarda Mısıra sürgün edilen Akif tam on yıl Mısırda kaldı
ve uğradığı hayal kırıklığını şu mısralarla anlatıyordu: "Bu değil
beklediğim hürriyet". Bu yıllarda bir Kur´an meali yazmak için Diyanet ile
anlaşan Akif tercümeyi yaptıktan sonra, meali Diyanet´e vermekten vazgeçti.
Sebebini de şöyle izah eder: " Tercüme çok güzel oldu, umulduğundan da
ziyade. Ama ben bunu verirsem namazda okutmaya kalkacaklar, ben o zaman
Allahın huzuruna çıkamam Peygamber´in yüzüne bakamam…" İşte ileri
görüşlülükte enfes bir örnek. Hasta bir vaziyette yıllar sonra vatanına
dönen Akifin ölümü de bir o kadar hazin olmuştu. Vatanına ve milletine
beslediği sevginin karşılığının bu olması gerçekten insanı kahredici idi. Ve
İstiklal Şairi 27 Aralık 1936 yılı pazar akşamı sevgilisine kavuştu.
Büyük bir vefasızlık örneği
Ertesi gün gazeteler İstiklal Şairinin öldüğünü ilan ettiler. Cenaze Beyazıd
Camisine getirildi. Resmi çevrelerden kimsenin olmaması gözlerden kaçmadı ve
alsancaklı siyah Kabe örtüsüne sarılı tabut binlerce gencin omuzlarında
taşındı. Cenazeden sonra ise göze batan gençlerden hepsi sorgu ve gözaltı
sürprizi ile karşılaştılar. Edirnekapıda kefeninin yanına Kur´an ve İstiklal
Marşı konarak defnedildi. İşte bir İstiklal Şairi ve maneviyat mümessili
olan Akif, Müslüman bir ülkede ebedi istirahatgahına böyle uğurlandı.
"Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın"
O zamanın Maarif Vekaleti, Erkan-ı Harbiyenin (Genel kurmay) isteği üzerine
bir istiklal marşı müsabakası yapılacağını gazetelerde ilan etmişti.
Yarışmaya yedi yüzden fazla eser geldi. Fakat içlerinde dereceye girebilen
olmadı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver ve arkadaşları
Akife başvurdular. Akif ise "para ile şiir yazmam" diyerek teklifleri geri
çevirdi. Kendisine kazansa bile para verilmeyeceği taahhüdünden sonra
teklifi kabul etti. Ve Taceddin Dergahı´nda geçen soluksuz zamanlarda bir
annenin doğum sancısı misali, ızdıraplı düşüncelerle milletin kaderini
kağıda aksettirdi. Ardından da şu ulvi münacatı yaptı "Allah bu millete bir
daha istiklal marşı yazdırmasın". İstiklal Marşının tam metni 17 Şubat
1921de Sebilurreşat ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde yayınlandı.
Ardından, on beş gün sonra, 1 Mart 1921de TBMMde okundu. 12 Martta resmen
kabul edildi. Ve mecliste defalarca okunarak ayakta alkışlandı.
"Hak namına haksızlığa ölsem tapamam"
Sultan 2. Abdulhamid dönemini görmüş, Balkan Savaşları, Trablusgarb Savaşı
ve Birinci Cihan Harbi´ni müşahede etmiş, saltanatın hilafetin ilgası gibi
şok olayları birbiri ardına yaşamıştı. Ve hepsinden aldığı tecrübelerle
gelecek nesle bu mısralarla sesleniyordu: "Hak namına haksızlığa ölsem
tapamam" böyle anlatmıştı çağlara mesajını Akif… Nerde bir müslüman zulme
uğrasa uyuyamamıştı Akif, Onlar için hiç değilse bir muştu yazmıştı. Milli
Mücadele döneminde halkın hislerine tercüman olan Akif kendi vatan
evlatlarının şehadetini de en güzel şekilde haykırmıştı şu mısralarla: "Ey
şehit oğlu şehit isteme benden makber/ Sana ağuşunu açmış duruyor
peygamber.". Böylesine içten yazılmış bir "Çanakkale Destanı"na da ancak
böyle destansı bir sesleniş yakışırdı. Ve unutturmamak için binlerce şehidi
şu mısraları yazmıştı: "Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın/ Gömelim
gel seni tarihe desem sığmazsın.". Savaşın tahlilini o kadar güzel anlattığı
şu satırlar adeta ağlıyor durumun vehametine: "Kustu Mehmetçiğin aylarca
durup karşısına/ Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına.".
Asımın nesli
"Asımın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek/ İşte çiğnetmedi namusunu
çiğnetmeyecek.". Asım, Mehmet Akifin üzerinde en çok çalıştığı ruhtur. Asım
yazarın "Safahat" adlı eserinde bir bölüm olmakla beraber konuşma şeklinde
yazılmıştır. Eserde geçen "Köse İmam" ve "Hocazede" Asımı tartışmaktadır.
Metinde halkı ahlaksızlıktan ve maneviyatsızlıktan kimin kurtaracağını soran
Köse İmama Hocazade "Asım" demektedir. Yani yazarın hayal ettiği nesildir.
İnsanları maneviyatsızlıktan ve bozulmalardan koruyacak İslami bir nesildir
Asım. Ashab-ı Bedirin 21. yüzyıl versiyonudur. Yazar eserde Asım neslini
anlatırken Çanakkale şehitlerini örnek almış ve onların cihatlarını
övmüştür. Mesela şu satırlarla anlatır Asım nesline olan ihtiyacı : "Ne
büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi/ Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı
idi.".
Yeniden “Asım Nesli” geliyor
Vefatının sene-i devriyesini yaşadığımız şu günlerde Mehmet Akifi rahmetle
anarken onun getirdiği “Asım Nesli”nin yeniden uyanması içinde tüm hızla
çalışmaktayız. Her gün bir İslam beldesi işgal edilirken, zalimler dünyanın
jandarmalığına soyunmuşken ve İslam ayaklar altına alınırken Akifin
duygularını hissetmenin tam zamanıdır. Suretleri değişen medeniyet
canavarlarının kanlı dişleri İslam beldelerini parçalarken susmak elbette
Asım´ın nesline yakışmaz. Asırlar geçmekte fakat hedef asla değişmemektedir.
Hedef o zaman olduğu gibi bu gün de İslamdır ve Müslümanlardır. Teknolojinin
gelişip enerjinin artması refahı getirmemiş sadece düşmanları "teknolojik
canavar" yapmıştır. Yani Akifin deyimi ile "tek dişi kalmış canavar".
İttihad-ı İslam için ömrünü adamış ve bayrağına sevdalı bir şahsiyet Mehmet
Akif. Şükran hep sana, rahmet hep sana olsun…

İSTİKLAL MARŞI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.



Çatma, kurban olayım, çehrene ey nazlı hilal!

Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celal?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal;

Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal.



Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;

Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.



Garb'ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

''Medeniyet!'' dediğin tek dişi kalmış canavar?



Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.

Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.



Bastığın yerleri ''toprak!'' diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.



Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!

Canı, cananı, bütün varımı alsan da Huda,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.



Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli:

Değmesin ma'bedimin göğsüne na-mahrem eli;

Bu ezanlar -- ki şehadetleri dinin temeli --

Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli.



O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım;

Her cerihamda, İlahi, boşanıp kanlı yaşım,

Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım!

O zaman yükselerek Ars´a deger, belki basim



Dalgalanan sen de safaklar gibi ey sanli hilal!

Olsun artik dökülen kanlarimin hepsi helal.

Ebediyyen sana yok, irkima yok izmihilal.

Hakkidir, hür yasamis bayragimin hürriyet,

Hakkidir, Hakk´a tapan milletimin istiklal.



Mehmet Akif Ersoy

Fatih Kürsüsünde seçmeler

Birinci zumreyi teskil eden zavalli avam, | AVAM: Halktan ilmi irfani
Biraksalar devam edecek tatli uykusuna devam. | az olan kimse
|
Bugun nasibini yerlestirince kursagina; |
'Yarin' nedir? Onu bilmez, yatar donup sagina. |
|
Yikilsa ars-i hukumet, tikilsa kabre vatan, | KABR: Mezar
Vazifesi degil; cunku 'hepsi Allah'tan! ' |
|
Ne hukmu var ki, esasen yalanci dunyanin? |
Olurse, yan gelip yatacak cennetinde Mevla'nin. |
|
Fena kuruntu degil! Ben derim, sorulsa bana: |
'Kabul ederse cehennem ne mutlu, amca, sana! ' |
|
.......... |
|
ikinci zumreyi teskil eden cemaat ise, |
Hayata kuskun olandir ki: saplanip ye'se, | YE'S: Umitsizlik
|
'Selametin yolu yoktur... Ne yapsalar bosuna! ' |
Demis te hirkayi cekmis butun butun basina. |
|
Bu turlu bir hareket mahz-i kufr olur, zira: | MAHZ: Sirf, katiksiz
Talepte amir olurken bir ayetinde Huda; |
|
Buyurdu: 'Kesmeyiniz ruh-u rahmetimden umid; | NEFHA: Guzel koku
Ki musrikin olur ancak o nefhadan nevmid.' | NEVMiD: Umitsiz
|
Bu bir; ikincisi: ye'sin ne olsa esbabi, | ESBAB: Sebebler
Onun atalet-i kulliyedir ki icabi, | ATALET: Tembellik
............. | KULLiIE:Tamamiyle

Osmanli(yok olusununun hemen oncesi) 'daki 4 zumreden 3.cusu
..........

Bu zuppeler acaba hangi cinsin efradi?
kadin desen, geliyor arkasindan erkek adi;

Hayir, kadin degil; erkek desen, nedir o kilik?
Demet demetken o saclar ne muhtasar o biyik?

Sadasi baykusa benzer, hirami saksagana;
Hulasa, zuppe demistim ya, artik anlasan a! ...

Fakat bu kukla herif bir buyuk seciyye tasir,
Ki, haddim olmiyarak, 'Aferin! ' desem yarasir.

Nedir mi? Anlatayim: oyle bir metaneti var,
Ki en savulmiyacak ye'si tek birayla savar.

Sinirlerinde teessur denen fenalik yok,
Tabiatinda utanmakla asinalik yok.

Bilirsininiz, hani, insanda bir damar varmis,
Ki yuzsuz omak icin mutlaka o catlarmis,

Nasilsa 'Rabbim utandirmasin! ' duasi alan,
Bu arsizin o damar zaten eksik anlindan!

Cebinde gordu mu uc tane cil kurus nazlim,
Tokatliyan'da satar mutlaka, gider de calim.

Eger dolandirabilmisse istenen parayi;
Gorur mahalleli ta karnavaldan maskarayi!

Beyoglu'nun o mulevves muhit-i fahisine
Dalar gider, takilip bir sefilin pesine.

'Haya, edeb gibi sozler rusum-u fasidedir;
Vatanla aile, hatta, kuyud-u zaidedir.'

Diyor da hepsine birden kuduzca saldiriyor..
'Ayip degil mi? ' demissin... Acep kim aldiriyor!

Namaz, oruc gibi seylerle yok alis verisi;
Mukaddesat ile eglenmek en birinci isi.

Duyarsaniz 'kara kuvvet' bilin ki: imandir.
'Kitab-i kohne' de -hasa- Kitab'i Yezdan'dir.

Usenmeden ona Kur'ani anlatirsan eger,
Su ezberindeki esmayi muttasil geveler:

'Kurun-u maziyeden kalma cansiz evradi
Cekerse, dogru mu yirminci asrin evladi? '

Nedir alakasi yirminci asr-i irfanla
Bu saklaban herifin? Anlamam ayip degil a!

Meta'-i fazli mi varmis elinde gosterecek?
Nedir meziyyeti, gorsek de bari ogrensek.

Hayir! Mehasin-i Garb'in birinde yok hevesi;
Rezail, oldu mu lakin, siaridir hepsi!

Butun kebaire (icki, kumar, zina) tiryaki bir kopuk tanirim.
-Ne oldu bilmiyorum simdi, sag degil sanirim-

Kumar, senaatin aksami, irtikap, icki...
Hulasa defter-i a'mali oyle kapkara ki:

Yaninda leyl-i cehennem, sabah-i cennettir!
'Utanmiyor musun. Ettiklerin rezalettir! '

Denirse kendine, milletlerin ekabirini
Sayardi gostererek hepsinin kebairini:

'Filan icerdi... Filan fuhsa munhemikti...' diye
Mulevvesatini bir bir rical-i maziye

Izafe etmeye baslardi paye vermek icin.
'Peki! Fezaili yok muydu soylediklerinin? '

Diyen cikarsa 'muverrihlik etmedim! ' derdi.
Su zuppeler de, bugun ayni ruhu gosterdi.

Fransiz'in nesi var? Fuhsu, bir de ilhadi;
Kapi$ti bunlari 'yirminci asrin evladi! '

Ya Alman'in nesi var zevki oksayan? Birasi;
Unuttu ayrani, ma'tuda dondu kahrolasi!

Heriflerin, hani dunya kadar bedayii var:
Ulumu var, edebiyyati var, sanayii var.

Giden birer avuc olsun getirse memlekete;
Doner muhitimiz elbet muhit-i ma'rifete.

Kucak kucak tasiyor olmadik mesaviyi;
Begenmesek 'medeniyyet! ' diyor; inandik iyi!

'Ne var, biraz da maarif getirmis olsa...' desek
Emin olun size 'hammallik etmedim? ' diyecek.

..........

Fatih Kursusunde - 1914

hayatı

istanbul'da doğdu, 27 Aralık 1936'da aynı kentte öldü. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona 'Rağıyf' adını vermiş, ancak bu yapma kelime anlaşılmadığı için çevresi onu 'Âkif' diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk'un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı'dır. Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de 'hürriyetçi' öğretmenlerinden etkilendi. Fatih camii'nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede'nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça, ve Fransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı. 1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi.

Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı. 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık etti. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı. 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı.

1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine'ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti.

I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi. Burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi. Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirli'yle birlikte Lübnan'a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'deki görevinden alındı.

İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı. Burdur mebusu sıfatıyla TBMM'ye seçildi. Meclis'in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921'de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart'ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da geçiren Mehmed Âkif, laik bir Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması üzerine Mısır'da sürekli olarak yaşamaya karar verdi. 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün yaşamı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye'ye döndü ve İstanbul'da öldü.

Mehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Bununla birlikte kitabın Tevfik Fikret'ten izler taşıdığı görülür. Fransız romantiklerinden Lamartine'i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren 'manzum hikâye' biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmed Âkif'in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı oluşudur.

Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı'nın toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür. Bu görüşe koşut olarak Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir. Kafiyenin geleneksel Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif, Fuzuli'nin Leylâ vü Mecnûn adlı yapıtının plansız olduğu için yeterince başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara eğilimlidir. Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur.

Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar. Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir. Gerçekle uyum içinde olmayı herşeyin üstünde tutar. Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, 'edebsizliğin başladığı yerde edebiyatın biteceği' anlayışına bağlı kalarak 'sanat sanat içindir' görüşüne karşı çıkmış, 'libas hizmetini, gıda vazifesini' gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir. Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir. Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed Âkif tarafından yazılmıştır.

Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır. Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur. Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı. Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır.
ESERLERİ
Safahat, 1911; Süleymaniye Kürsüsünde, 1911; Hakkın Sesleri, 1912; Fatih Kürsüsünde, 1913; Hatıralar, 1917; Âsım, 1919; Gölgeler, 1933.

akif hayatı

1873'te Ýstanbul’da doðdu. 27 Aralýk 1936’da Ýstanbul’da yaþamýný yitirdi. 4 yaþýnda Fatih'te Emir Buhari Mahalle Mektebi'nde baþladýðý eðitimini Fatih Merkez Rüþtiyesi'nde sürdürdü. Ardýndan Mülkiye Mektebi'nin idadi (lise) bölümünü bitirdi. Babasýndan Arapça öðrendi. Fatih Camii’nde Ýran edebiyatý okutan Esad Dede’nin derslerini izledi. Farsça ve Fransýzca öðrendi. Babasýnýn ölümü ve evlerinin yanmasý üzerine Mülkiye'nin yüksek kýsmýndan ayrýlmak zorunda kaldý. 1889’da girdiði Halkalý Mülkiye Baytar Mektebi’ni 1893’te birincilikle bitirdi. Ziraat ve Ticaret Nezareti'nde veteriner olarak çalýþmaya baþladý. Rumeli, Arnavutluk ve Arabistan'da dolaþtý. Geniþ halk kesimleriyle, köylülerle yakýn iliþkiler kurdu. Halkalý Ziraat Mektebi ve 1907’de Çiftçilik Makinist Mektebi’nde ders verdi. 1908’de Dârülfünûn Edebiyat-ý Umûmiye müderrisliðine atandý. Umur-ý Baytariye Müdür Muavini görevine getirildi. Kýsa süre sonra bu görevden ayrýlýp yalnýzca Halkalý Mülkiye Baytar Mektebi'nde ders vermeyi sürdürdü.

Ýstiklal Marþý
1913'te Ýttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi. 1. Dünya Savaþý sýrasýnda bu cemiyete baðlý bir örgüt olan Teþkilat-ý Mahsusa aracýlýðýyla Almanya'daki Müslüman tutsaklarýn durumunu incelemek üzere Berlin’e gönderildi. Daha sonra Arabistan ve Lübnan'a gitti. Batý uygarlýðýnýn koþullarýna ve Doðu-Batý çeliþkisine tanýk oldu. Ýstanbul'a dönüþünde Dâr-ül-Hikmet-i Ýslâmiye adlý kuruluþun baþkâtipliðine atandý. Ýzmir'in iþgalinden sonra Anadolu'da baþlayan kurtuluþ hareketine destek verdi. Balýkesir’de yaptýðý konuþma, Ýstanbul hükümetini endiþelendirdi, görevinden alýndý. Ama o mücadalesini sürdürdü. Camilerde yaptýðý konuþmalarýn metinleri çoðaltýlarak bütün yurda daðýtýldý. Ankara hükümetinin kurulmasý üzerine Burdur mebusu olarak Büyük Millet Meclisi'ne girdi. O sýrada Ýstiklal Marþý için açýlan yarýþmaya katýlan 724 eserin hiçbiri beðenilmemiþti. Maarif vekilinin isteði üzerine 1921'de "Ýstiklal Marþý"ný yazdý. Metin, 12 Mart 1921'de Büyük Millet Meclis'nde kabul edildi. Mehmet Akif, ödül olarak kendisine verilen 500 lirayý Türk Ordusu'na armaðan etti.

Mýsýr dersleri
Sakarya Zaferi'nden sonra Ýstanbul'a geldi. Milli Mücadele'nin yarattýðý koþullarla çeliþkiye düþtü. 1923'te Mýsýr'a gitti. Birkaç yýl kýþlarý Mýsýr'da yazlarý Ýstanbul'da geçirdi. Türkiye Cumhuriyeti'nin "laik" olmasý ilkesi kabul edilince tümüyle Mýsýr'a yerleþti. 1936'ya kadar Mýsýr'da Türk dili ve edebiyatý dersleri verdi. Bir yandan da Kur'an'ýn Türkçe'ye çevrilmesine çalýþýyordu. Siroz hastalýðýna yakalandý. Hava deðiþimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya gitti. Ayný yýl ülkesinde ölme isteðiyle Türkiye'ye döndü. 27 Aralýk 1936'da hastalýðýn pençesinden kurtulamadý ve yaþamýný yitirdi.

Edebiyatla ilgisi baytar mektebindeki öðrenciliði sýrasýnda baþladý. Ýlk þiiri "Kur'an'a Hitab" 1895'te "Mektep" adlý dergide yayýnlandý. Ardýndan "Resimli Gazete"de þiirleri çýktý. O dönemde yazdýðý ahlak, din, bilgelik temalarýný iþleyen didaktik þiirlerini temel eseri "Safahat"a almadý. Öðretmeni Ýsmail Safa'nýn etkisini taþýyan mesnevileri, edebiyat çevrelerinin ilgisini çekti. 2'nci Meþrutiyet'in ilanýndan sonra daha önce yazýp ortaya çýkarmadýðý yazýlarý yayýnlanmaya baþladý. 1908-1910 arasýnda Sýrat'ý Müstakim (sonradan Sebilü'r Reþad adýný aldý) dergisinde yazdý. En ünlü þiirleri "Küfe" ve "Seyfi Baba" bu dönemde yayýnlandý.

Safahat
Temel eseri "Safahat" 7 kitaptan oluþur. Birinci kitap olan 1911 tarihli "Safahat"ta, Osmanlý toplumunun meþrutiyet yýllarýndaki durumu anlatýlýr. "Süleymaniye Kürsüsünde" isimli 1912 tarihli ikinci kitapta, Osmanlý aydýnlarýnýn halkla iliþkisi dile getirilir. 1913 tarihli "Hakkýn Sesleri" adlý bölümde, eski dinsel-didaktik Türk yapýtlarýnda olduðu gibi her þiirin baþýnda bir ayet yer alýr. Bu ayetler günün siyasal ve toplumsal olaylarýnýn yorumuna ýþýk tutar. 1914 tarihli ve "Fatih Kürsüsünde" adlý dördüncü bölümde, yeni kuþaklara çalýþma ve mücadele ruhu kazandýrmak isteyen düþünceler yer alýr. 1917 tarihli "Hatýralar" bölümünde 1'inci Dünya Savaþý sýrasýnda yazýlmýþ þiirler bulunur. Her birinin baþýna bir hadis konular bu þiirlerde "Ýslam Birliði" ülküsü vurgulanýr. 1924 tarihli "Asým" ismindeki 6'ncý bölümde 1'inci Dünya Savaþý günlerinden tablolar çizilir. 1933 tarihli 7'nci bölüm olan "Gölgeler"de dinsel konulu þiirler ve dörtlükler yer alýr.

Þiiri
Mehmet Akif'in þiiri anlatýya ve öðüde dayanýr. Ama din yönünden ulaþtýðý baþarý, öðüt ve anlatýyý donukluktan kurtarýr. Zaman zaman didaktizmin sakýncalarýný hafifleten bir mizah ön plana çýkar. Zaman zaman da coþku ve içtenlik gibi öðeler þiiri söylev parçasý olmaktan kurtarýr. "Sanat sanat içindir" tezine her zaman karþý çýktý. Ona göre þiir, "libas hizmetini, gýda vazifesini görmelidir. Gerçeði her an ve bütün çýplaklýðýyla yakalamalýdýr." Ýstanbul halkýnýn konuþma dili kadar Osmanlýcayý da çok iyi bildiði için aruz veznini ustalýkla kullanýr. Türkçülük hareketine ve Milli edebiyat akýmýna karþý çýkar. Kurtuluþu Batýlýlaþma'da gören Tevfik Fikret ile catýþýr. Ýslam Birliði'ni savunurken, Ýslam dünyasýndaki duraðanlýðý da sert dille eleþtirir. Savaþ, bunalým ve yokluk yýllarýnýn yoksul insanlarý Türk edebiyatýnda gerçek yüzleri ve sorunlarýyla ilk kez onun þiirlerinde ele alýnýr.



ESERLERÝ

Safahat (Baþlangýç 1911, tamamlanma 1933. Ömer Rýza Doðrul, Akif'in kitaplarýna almadýðý þiirlerini de ekleyerek Safahat'ý 1943'te tekrar yayýnladý. M. Ertuðrul Düzdað "Safahat"ýn daha önceki baskýlarý arasýndaki farký gösteren yeni bir basýmýný 1987'de yayýnladý.)
Kastamonu Kürsüsünde (1921, Milli Mücadele dönemindeki hutbeleri)
Kur'an'dan Ayet ve Hadisler (ölümünden sonra, 1944 seçme yazýlarý)
Mehmet Akif Ersoy'un Makaleleri (1987, Abdülkerim ve Nuran Abdülkadiroðlu)

25 Şubat 2008 Pazartesi

CİHAD

Her doğum, ölüm içindir. Her ölüm, ahiret hayatı için bir doğumdur. Ruhlar âleminde Alemlerin Rabbi'ne verdikleri sözlerine bağlılık derecesinin öl­çümü ve kendileri yine kendilerine şahid tutulmak için, imtihan edilmek üzere yeryüzüne gönderilen insanlar, takdir edilen ecel zamanı ve zemininde dünya hayatına veda ederler. Ölüm ile dünya ha­yatına veda eden insanlar, mahşer ânına kadar, dünya ile ahiret arasında bekleme yerinde dururlar: Kabir hayatı.

İnsanlar, yeryüzündeki imtihanların sonucuna göre muamele görürler kabirde. İman ve âmellerinin sıhatine göre ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur kabir hayatı!..

Dünyadaki Mü'minler için Ölümlerin en güzeli, şehid olarak ölmektir. Gerçek bir şehid olarak ema­neti teslim etmek her Mü'min, Muttaki, Muvahhid ve Mücahid bir kişinin yegane arzusudur. Hayatı, ölümü ve tüm kulluğu âlemlerin Rabbi için olan Müminlerin şiarı şudur:

Gayemiz Allah Celle Celalühü1 dür. *Önderimiz Rasulullah Aleyhisselâm'dır. '

Yasamız Kur'an'dır.

Yolumuz Cihaddır.

Allah yolunda Şehid olmak en yüce emelimizdir.

Müslüman yaşarsa bu şiar için yaşar. Ölürse, bu şiar yolunda ölür. Misak ânında Rabbi Allah Celle Celalühü'ya verdiği sözü, yeryüzünde gerçek iman, salih amel, hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye etmek su­retiyle tasdik eder. Bütün çalışması bu doğ­rultudadır. Dosdoğru yolda, emrolunduğu gibi dos­doğru olur ve hangi durumda olursa olsun zalimlere, zulme, müşriklere ve şirk. düzenlerine meyletmez. Doğruluğundan taviz vermez. Allah'ın dosdoğru dini İslâm'dan zerre kadar taviz vermediği gibi, ta-vîzkârları da önleme çalışmalarında eliyle, diliyle ve kalbiyle harekete geçer. Eğrilenleri doğrultur. Doğ­ruların istikamet üzere olmasını sağlamaya çalışır inşallah!..

İşte bu şiar uğrunda ömrünü harcayacak bir Müs-lümanın doğumu gerçekleşiyordu 17 Temmuz 1958 yılmda Bitlis iline bağlı Kolongo yaylasında. Mü'min ve asil bir ailenin, İslâm fıtratı ile bir çocukları daha dünyaya gelmişti. Babası, İslâm dünyasındaki ta­nınmış İslâm âlimlerinden Sadreddin Yüksel ho-caefendi, annesi ise, doğunun meşhur şeyhlerinden Norşinîi Şeyh Masura Efendinin Kerimesidir.

Bu Müslüman ailenin bir ferdi olarak dünyaya gelen erkek çocuğa, METİN adını verdiler, sağ ku­lağına İslâm'ın şiarı olan Ezan okundu. Yeni dün­yaya gelen Metin'e hemen hatırlatıldı, her Müs­lüman çocuğuna hatırlatıldığı gibi: Allahu Ekber. Yalnız Allah büyüktür. Dört defa tekrar edildi, dört sadık şahidin şahidliği yerine, "Şahadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur." Hüküm yalnız ve yal­nız Allah'a aittir. Rabbimiz, Melikimiz ve İlâhımız yalnız ve yalnız Allah'tır. Biz O'ndan başkasının hükmüne tabi olamayız. Tağutlan red ederiz. Ey yeni dünyaya gelen, bu imtihan sahasına gözlerini açan Metin, sen de şimdiden bunları duy. Rabbine verdiğin Misak'ı sana hatırlatıyoruz.

"Şahadet ederim ki, Hazreti Muhammed Aley-hisselâm Allah'ın kulu ve Rasuludür." Rasulullah Muhammed Aleyhisselâm'dan başka hiç bir önder, lider ve örnek kabul etmiyorum. Takip edilecek önder yalnız ve yalnız O'dur. Uyulacak, yani izinden gidilecek rehber yalnızca Rasulullah Aley-hisselâm'dır. Ne olursa olsun, kim olursa olsun, örnek önder Rasulullah Aleyhisselâm'ın izinden git­meyen yani O'nun sünnetini işlemeyenleri red edi­yorum. Metin, bunu şimdiden sana söylüyor ve ha­tırlatıyorum. Büyüdüğünde sakın bu hatırlatmamı unutma. Her muttaki Mü'min gibi senin de gayen Allah ve Önderin Rasulullah Aîeyhisselâm'dır. Bunu böylece bil!..

"Haydi namaza. Haydi namaza." Namaz, kul­luğun en belirgin Özelliğidirm. Yalnız hakkıyla kı­lman, şuurlu olarak eda edilen namaz. İman et­tikten sonra, yalnızca Allah'ın huzurunda eğilir, yalnızca O'nun hükümlerini kabul ederim ikrarının en belirgin özelliğidir namaz. Namaz, hayatın bü­tünüdür. Bütün hayatı namazdaymış gibi geçirmek müttakî, muvahhid Müminin vazgeçilmez va­zifesidir. "Daimî Salaf'ta bulunmak... İşte kulluğu, namazın dışında da veya iki namaz vakti arasında da yaşamak: İstikamet üzere olan Evliyaullah'ın vasndır.

"Haydi fellaha-haydi felaha" yani kurtuluşa. "Yal­nız ve yalnız Allah büyüktür ve şahadet ederim ki, O'ndan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm, O'nun kulu ve

Rasulü'dür" deyip, inanıp ve inandığından hiç bir taviz vermeden yaşayan Mü'minler kurtuluşa er­diler. Günde beş vakit tekrarlanan bu sözverişler ve bizzat hayata aksettirmeler, kurtuluşa ermektir.

Yine tekrar ediliyor ezanın son bölümünde: Al-lahü Ekber. Allahü Ekber ve"La ilahe illallah" yal­nız ve yalnız Allah büyüktür ve Allah'tan başka ilâh yoktur."

Küçük Metin, yeryüzünde duyduğu ilk kelimeler, ilk cümleler, bu ulvî cümlelerdi...

Sonra sol kulağına kamet okundu ve ezan cüm­lesine iki defa tekrar edilen bir cümle eklendi: Namaz başladı, namaz başladı. Yani cihad başladı demekti bir manada. Çünkü namaz için cihad la­zımdır, cihad için de namaz. Birbirlerinin ge­rekleridir. Birbirinden ayrılmaz, içice iki kavram ve iki faaliyet. Her ne kadar anlatabilmek için iki di­yorsak da aslında birdirler.

Ve böyle başladı cihada adanan hayat. Ailece hic­ret edip, fethedilen sonra işgal edilen ve tekrar fet­hedilmesi gereken İstanbul'a geldiklerinde dokuz ya­şındaydı. Fatih semtine yerleşiyor ve aynı yıl Akşemseddin ilkokuluna kaydoluyordu. Çalışkan bir talebeydi Metin.

Daha sonra gelenbevî Ortaokuluna devam eder. Bu arada değerli ilim adamı olan babası Sadreddin Hocaefendi'den başta Kur'an-ı Kerim olmak üzere Islâmî ilimleri tahsil etmeye başlar. Âlim bir ba­banın oğlu olan Metin, Müslüman aile ortamında bir yanda Kur'an-ı Kerim okurken, diğer yanda İslâm ahlakını kavrar ve Kur'an ahlakıyla ahlaklanır.

Ortaokulda ikinci sınıfa geçince, okulu bırakmak ister. Okul hayatı, Onun cihad heyacanıyla dopdolu olan ruhunu sıkar. O, İslâm'ın hakimiyeti yolunda faaliyet göstermek ister. Onun hedefi ve arzusu baş­kadır, okulunun hedefi başka. Hedefler zıt kutuplar oluşturunca, okuldan ayrılır...

Bu tarihten şehadet gününe kadar cihad faaliyeti içinde görüyoruz Şehid Metin Yüksel'i.

Artık Onun tek hedefi vardır: İslâm'ın hakim ol­ması.

Artık Onun tek yolu vardır: İslâm'dan taviz ver­meden Allah yolunda Cihad etmek.

Hemen hemen Türkiye'nin her bölgesine koşar Allah için Şehid Metin. Mitingler, yürüyüşler, İslâm'ı tebliğ için afiş yapıştırmalar, Müslümanların her işinde yardıma koşmalar ve İslâmî faaliyeti en­gelleyenlerle mücadeleler içinde geçer ömrü.